Muhterem...

YALNIZLIĞIN en keskin halini kadınlar üzerinden anlatır bir çok yazar. Ümit Yaşar, “yalnızlığı, kadınlar kadar” diyerek tarif eder o kuyu kelimeyi... Edip Cansever’de yalnızlık, “Bezik Oynayan Kadınlar”dır bazen: “İşte şu balkon, işte ben /İşte şu begonya, işte yalnızlık...”

Haberin Devamı

Ben yalnızlığın cinsiyetinin olmadığını düşünürüm.
İnsanın iyi bildiği, ama zor öğrendiği duyguların önde gidenidir.
Lakin yalnızlığın kadın hali daha koyu gelir insana.
Sanki ona, daha sert dokunur erkek dünyada...
Kalabalıkta bile yalnız olunabileceğini, kadınlar öğretir.
* * *
O nedenle dün gidişinin ikinci yılında andığım Müslüm Gürses, o isminden de muhterem, “hokka burunlu” kadını da düşürüyor aklıma.
Ne yapıyor acaba?
Otuz beş yıllık birlikteliklerinden sonra Gürses 60’ında gitti, Muhterem Nur bu bahar 78 yaşında...
* * *
Geçenlerde telefonla konuşmuşlar bir TV programında...
“Her anım onunla beraber, her anı onunla yaşıyorum. Öldüğüne inanamıyorum” demiş:
“Bazı durumlardan kurtulmak, unutmak için evimi değiştirdim; ama mümkün değil benimle birlikte geldi her şey. Tüm eşyalarımı değiştirdim, ama olmadı, yine hep onunla beraberim...”
En çok da, onun “Muhterem” diye seslenmesini özlemiş.
Muhterem...
Muhterem...
Bilmem bilir misiniz; Muhterem Nur Gürses’in giyeceği kıyafeti, ceketinden gömleğine, mendilinden çorabına geceden sandalyenin üzerine dizermiş.
Yıllar önce Gençlik Parkı’nda şimdi tarih olan hem içkili, hem açıkhava aile gazinolarından birisinde dinlemiştim Baba’yı...
Tepeden tırnağa, kravatından ayakkabıya, mendilinden yakasındaki karanfile, bembeyaz giysilerle çıkmıştı, çatlak betona halı serilerek oluşturulan sahneye.
Çıkmıştı da o bembeyaz silüetinde bir tek çorabı, beyaz değil uçuk pembeydi...
“Muhterem Abla, beyaz çorabı renklilerle yıkamış”
demiştim, içimden.
* * *
Muhterem Nur’un fotoğraf albümünde Müslüm Gürses’ten öncesine dair tek bir fotoğraf yokmuş.
Hayatına miladı onunla yerleştirmiş belli ki...
İyi adammış, iyi kalpliymiş, sarayı evinde bulmuş Gürses.
Bir röportajında, “Bazen hacı mı aldım, hoca mı aldım, koca mı aldım diye düşünürdüm. Yirmi yılda birlikte dışarı çıktığımız günlerin sayısı 20’yi geçmez” diyor mesela.
* * *
Bahara az kaldı.
Gelip, dallarını pencereme yaslıyacak bahar.
Hayatımızda daha kaç bahar görebileceğimizi, kaç bahar yaşayabileceğimizi bilemeden, baharın gelişine yine sevineceğiz.
Ben kıpırtılı bir sevincin yanında, geçen yıl gidenlere hüzünleneceğim biraz.
Bir bahar daha göremeden, gidenlere...
Sait Faik, “Yaşı kırkı aşmış bir adamın mevsimler içinden ilkbaharı biraz üzüntü ile duymamasına imkan yoktur” der ya, öyle anlayacağım bu hüznü.
Ama bir sevgili dostun iki satırını hatırlayacağım yine:
Ya herşey düşünülmek zorunda değil.
Ya herşey yaşanılmak...
* * *

İlk bahar dalı, patlayan mısır edasıyla tomurcuklanacak...
Kediler arabaların tavanına uzanacak; güneşe daha yakın durmak, arabanın ısınan tavanıyla hemhal olmak için...
Bahçeler, bahara yeni çimenlerini serecek...
Bardağa rakısını dökerken, “Çağla zamanı” diyecek; Sakarya’daki o burnu kırmızı, yanakları damarlı ihtiyar.
Cebinden bir avuç çağla çıkaracak ve masaya kibrit kutusunda sakladığı tuzu koyacak.
* * *
Tüm bunları düşünerek, geceye açacağım pencereyi.
Bu muhteşem, bu büyülü, doğa, insan, kedi manzaralarına bakıp mırıldanacağım:
“Yağmur yağsa, uykum kaçsa
Bir kuş konsa badi parmağıma...”


Yazarın Tüm Yazıları