Hiç bir şey eskisi gibi olmazsa...

İNSAN, kendi hayatında da sıradışı ağır haller yaşanabileceğini, ortalama “normal”lerinin bir anda alt-üst olabileceğini, o “an” geldiğinde, o “durum”la yüzleşince algılıyor çoğu zaman.

Haberin Devamı

Zira son yazımda değindiğim gibi, sanal da olsa zırhlarımız var.

Ve en yaygını; “Benim başıma gelmez...”

O çarp(ış)ma “an”ına kadar, kendi hayatımızın dışındaki, kendi yaşam alanımıza değmeyen felaketleri, travmaları -bazen gözlerimiz dolsa da- bir “ekran”dan izliyoruz.

Kumandaya uzanıp “kanal” değiştirebileceğimiz, olmadı kapatabileceğimiz bir ekrandan...

İçimiz yansa da, başkalarının hayatları onlar.

Bazen coğrafi olarak uzak, buralara... Bazen sosyo-ekonomik, siyasi, etnik olarak.

Benzer ya da farklı bir biçiminin, kopup gelen bir meteor gibi aniden hayatımızın ortasına düşebileceğini düşünmüyor, yahut öyle münasebetsiz düşünceleri kovuyoruz menzilimizden.

* * *

Nasreddin Hoca o nedenle “Kuyuya düşenin halinden, ancak daha önce kuyuya düşen anlar” diyor.

Haberin Devamı

Çünkü vicdan uyukladığında, diğerkamlık sözlükte kaldığında, sadece bizzat yaşanan acı tecrübeler kuruyor empati köprümüzü... 

Ve felaketleri, travmaları uzaktan izlediğimiz “ekran”dan, “Senin de başına gelebilir” altyazısı akıyor.

Başımıza geldiğinde... Artık sen de, ben de, siz de, biz de, hanemiz de ve “ekran”ımız da farklı oluyor.

* * *

Önceki yazımda böyle hikayeler anlatacağımı söylemiştim. Başlayayım...

Misal... Sabırsızlıkla beklediğin bir konseri izlemeye gitmişsin.

Sevdiğin, ortak keyifleri hala paylaşabildiğin, Schubert’i her dem birlikte, huzurla ve benzer hevesle dinleyebildiğin, yarım asırlık hayat yoldaşınla…

Arkadaşlığınız, sohbetiniz, hatta o zeminde cilveleşmeleriniz bile sürüyor. Güzel yaşlanmışsınız sanki…

Yine birliktesin onunla, bir konserdesin.

Yorumlanan eserin bildik sekanslarında, belki yine usulca elini tutacaksın onun.

* * *

O konseri izlemeye gelenlerden farkın yok... Koltuğuna yerleşirken, oradaki herkes gibisin o an.

Cep telefonunu kapatmışsın, konser başlamadan önce peşin peşin öksürerek, o sessizlikte genizde patlayabilecek bir gürültüyü herkes gibi baştan engellemişsin.

Herkes gibi konseri izleyip, keyifle çıkıp, evine geldiğinde… Bir bakmışsın ki, sokak kapın zorlanmış.

“Neyse... Buna canımızı sıkmayalım hiç” diyorsunuz, o akşamın keyfini kaçırmamak için.

Haberin Devamı

Fakat kısa süre sonra başka bir şeylerin daha değiştiğini fark ediyorsun.

O an anlıyorsun ki, artık herkes gibi değilsin(iz).

* * *

Ertesi sabah kahvaltıda karın, birden öylece donup kalıyor. “Ne oldu, neler oluyor, neyin var?” sorularına yanıt da yok, en ufak tepki de...

Artık eşinde alzheimerın gelip-giden ama artan etkilerini, tek yanlı felcin kalıcılığını izleyeceksin. Öyle yaşacaksın(ız).

O “an”a kadar belki yeterince ayırt etmediğin “yaşlılık sürgünü”nde, ikinizi o “an”a kadar koruyan neyse, gitmiş.

Herkes gibi olmanızı, normal bir hayatı yaşamanızı sağlayan “şey”, yok artık.

Herkesin başına gelebilecek, ama senin başına gelmeyeceğini düşündüğün (umduğun) durum, tam karşında... Göğüs göğüsesin.

Haberin Devamı

Hayat, yaşlılığın, -her an- muhtemel ama “Bizim başımıza gelmez” dediğin öncü depremini meğer o güzel konserin sonrasına saklamış.

O an, meğer o anmış... Ve anlıyorsun ki, artık hiçbir zaman hayat, o konseri izlediğiniz andaki gibi olamayacak.

O sanki, hep ya da uzunca süre öyle-böyle süreceğini sanarak yarattığınız illüzyon silinmiş... Bir anda...

* * *

Endişeleniyorsun... Ama o andan itibaren ne senin endişelerin, ne başkalarının “endişeli şefkati” artık bir işe yaramıyor.

Artık hiç bir şey eskisi gibi olmayacak...

Peki ya bu durumda “aşk”, o yıllarca her badireyi atlatan sevginiz işe yarayacak mı?

* * *

Michael Haneke’nin evrensel bir sorunu irdelediği Amour, bu girişin ardından seyirciyi “o hayatın” içine alıyor.

Haberin Devamı

Ama izlerken, o hayata seyirci kalmanız, o koltukta sadece seyirci olmanızzor. “Bu sadece bir film” demeniz de...

Perdede kalan ya da geçen bir ömrü, Orson Welles’in o yaman “Sen yaşlılığın ne olduğunu bilemezsin” mottosuyla, sadece yaşlılığa dair bir durum olarak izlemeniz, o çerçevede sorgulamanız da güç.

Çünkü bir çok şey, yaşa/yaşama bakmadan “her şeyi” değiştirebilir.

Mesela kanser, mesela inme, yürek enfarktı, bir beter kaza filan...

Ya 15 Temmuz?

Önlenemese... 16 Temmuz sabahı, bizim ev, sizin ev nasıl olacaktı, neye uyanacaktı?

Ya hemen her gün bir kenti, bir mahalleyi, hatta sokak düğününü bile vuran terör?

Hiç bir şey eskisi gibi olmazsa...

 

 

 

Yazarın Tüm Yazıları