Bize benzeyen mi, benzemeyen mi

SEYAHAT, insanın en eski düşlerinden birisi. Çünkü merak, kediden önce insanın hasleti. Öyle ki gezmek, görmek, kendi cürmünce yeni yerler keşfetmek için kaç insanoğlu helak olmuş yollarda.

Haberin Devamı

Gezme, görme tutkusu, çok değil 100 yıl önce sıkı bir maceraydı aslında.
Sadece maceracı ruh değil, sabır da gerektiriyordu.
O devirlerde atlı arabalar, saatte ortalama 9-10 kilometre yapabiliyormuş.
Bu “hız” molalarla, daha da düşüyormuş.
Yani buradan Polatlı’ya gitmek, gün boyu yolculuk...
Yine de engellenememiş insanın seyahat sevdası.
O günlerden bir atasözü, tüm ironisiyle anlatıyor aslında o devirlerin “seyahat”ini:
“Posta arabasıyla seyahat eden, bir hamalın sırtına ve bir prensin kesesine sahip olmalıdır.” (¹)
Bize benzeyen mi, benzemeyen mi
Ama hiç bir şey engelleyememiş seyahati.
Albert Camus’un seyahati “yüksek ve ciddi bir bilim” olarak görmesi boşuna değil.
Keşif tutkusu da, keşfedilecek yer pek kalmasa da hâlâ baki. (Kuytuda bir köfteci bulmak gibi lezzet keşiflerini saymıyorum)
Seyahat de, tatil de herşeyden önce mekan değişikliği...
Yaz tatili rotasını denize göre ayarlarken, seyahatin hedefleri daha sarp, daha sapa olabiliyor.
Lakin Ankaralı için tatil özellikle deniz demek kuşkusuz.
Denizsiz kentler için, “denizi görmenin” bile başlı başına bir farklılık olduğu, bizzat şairlerin de saptadığı bir durum çünkü.
Orhan Veli, “Gemlik’e doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma” der de... Dizesi, tam o dönemeçte yol tabelası olur ne güzel.
* * *
Edip Cansever
de Ruhi Bey’in ruh halini, aynı imgeyle anlatır:
“Gözlerim, gözlerim benim /Denizi ilk defa gören bir çocuğun /Birdenbire yaşlanması neyse.
Evet deniz, onunla koyun koyuna yaşamayanlar, en azından her gün bir yerlere gidip gelirken -üstünkörü de olsa- şöyle bir bakmayanlar için hoş bir şaşkınlıktır.
Belki çocukların kovasına topladığı o eğri-büğrü deniz kabukları, kırık midyeler, deniz minareleri, yengeç ayakları, ölü deniz yıldızları... O şaşkınlığın, serap değil gerçek olduğunu kanıtlamak, denizin o büyülü sesini kulağa dayanan kabukların derinliklerinde bir kez daha bulmak için eve taşınan delillerdir.
* * *
Ama acaba deniz, denizi olmayan bir kent için başlı başına büyük bir değişiklik olsa da, insanın kendini farklı bir yerde hissetmesi için yeterli midir?
Varılan deniz, kimi birbirinden tuhaf hareketler yapan, kimi öylece duran bir kalabalığın dolandığı bulanık bir göl gibiyse...
Kıyısı, kumsalı, yarım metre arayla sabahtan paylaşılmışsa...
Kahvaltıda küçük fabrikasyon paketlerde tereyağı, bal, çilek-vişne reçeli, öğle yemeğinde Ankara Döneri, akşamına yazın buzlukta şaşılaşan bir kaç balıkçık varsa...
Denize, kahvaltıya, yemeğe, ardından saza-bara, yine bir mesai şaşmazlığıyla gidiliyorsa...
Bu öyle ya da böyle “tatil”dir de, bir seyahat, bir değişim midir?
* * *
Yoksa biz bize benzemeyen insanların, evimize, kentimize benzemeyen yerlerin hayalini kurarız da...
Sonuçta yine bize benzeyen insanlar, yerlerde mi ararız mutluluğu, güveni, huzuru...
Kendimize benzeyen mi, bildik yerler, duygular mı yeniler bizi?
Benzemeyen mi...

Haberin Devamı

(¹) Seyahatin Kültür Tarihi - Winfried Löschburg - Dost Kitabevi

Yazarın Tüm Yazıları