Türkiye mi AB'yi anlamıyor AB mi Türkiye'yi?

Türkiye'nin Avrupa heyecanı Avrupa Ekonomik Topluluğu'nun (AET) kuruluşuna ilişkin Roma Anlaşması'nın yürürlüğe girdiği 1958 yılından beri sürüyor.

Haberin Devamı

Türkiye 1959 yılında bu topluluğa ortaklık müracatında bulundu, 1963 yılında da tam üyelik koşulları gerçekleşinceye dek yürürlükte olacak şekilde Ankara'da Ortaklık Anlaşması imzalandı.


Zaman geçti, AET Avrupa Birliği'ne (AB) dönüştü. Türkiye ile olan ortaklık ilişkileri tam üyeliğe geçiş sürecinde 1996 yılından itibaren yürürlüğe giren Gümrük Birliği ile yeni bir seviye kazandı. Üyelik müzakereleri 2005 yılında başladı. Hala sürüyor. Türkiye'nin Avrupa heyecanı da yakında 60 yaşını dolduracak bir serüven halinde ilerliyor.


Bu uzun süre boyunca Türkiye'de AB'nin nasıl bir proje olduğunu ve ne anlama geldiğini anlayan, bilen ve bu projeye Türkiye'nin de katılmasına samimiyetle inanan insanlar oldu. Hala da var. Ama bu insanlar Türkiye nüfusunun "azınlık" diye dahi tanımlanamayacak kadar minik bir bölümünü oluşturuyorlar. AB'nin felsefesini ve bu felsefenin kendi içindeki gelişimini, bugün karşı karşıya bulunduğu sınamaları yakından izliyor, biliyorlar. Bilmeyen, anlamayan ve anlamak istemeyenlere rağmen onların bu inançlı mücadelelerine hayranlık duymamak mümkün değil.


İki grup arasındaki farkı anlamak için AB'ye yönelik olarak yapılan yazılı açıklamalarla sözlü açıklamalar arasındaki ayrışmalara bakmak yeterli. Yazılı açıklamaların AB'ye Türkiye'nin AB'yi anladığının işaretlerini vermek maksadıyla kaleme alındığı açıklıkla görülüyor. Kulakta ise sözler kalıyor.
"AB Türkiye'yi tanıyor mu?" diye soracak olursak, galiba AB'de Türkiye'yi tanıyan, bilen ve bugünkü durumunu anlayanların sayısı Türkiye'de AB'yi anlayanlara oranla çok daha fazla. O nedenle, AB çevrelerinden yapılan yazılı ve sözlü açıklamalar arasında bizde rastlanan uçurumlarla karşılaşılmıyor.
Bugün Türkiye de AB de kendi açılarından bakıldığında önemli sınamalarla karşı karşıya. Türkiye'ninkileri nasıl olsa biliyoruz. AB'ninkileri anlamakta yarar var.


Elbette 23 Haziran tarihinde Birleşik Krallık'ta yapılacak referandum, Yunanistan'ın karşı karşıya olduğu kriz ve daha niceleri AB'nin sorunları arasında yer alıyor. Bu köşede şimdilik  belki de bunların tümünün nedeni olan iki temel konuya işaret etmekle yetinelim: ekonomik sıkıntılar ile göç ve terör sorunu.
Dünya 2008 yılından beri henüz aşılamamış bir ekonomik krizin etkisinde. İnsanlık tarihinde ekonomik değişim siyasi gelişmelerden daha hızlı ilerleme, bu bakımdan da siyasi dönüşümlerin belirleyici koşulları arasında önde gelen bir konumda olma özelliğine sahip. Bugün de yaşanan durum bunu gösteriyor.
Küresel ekonomik sistem hızla siyasi sistemin hala içselleştirmek için çabaladığı çok kutupluluğa doğru ilerliyor. Gelişmekte olan ekonomiler gelişmiş ve yüksek refah düzeyine erişmiş sanayi toplumlarına oranla çok daha hızlı büyüyor. 2010-2014 yılları arasında AB'nin ortalama büyüme hızı %0,5'in bile altında iken, bu oran BRICS ülkelerinde %5, Çin'de %6, Türkiye'de %4 gibi rakamlara ulaşabiliyor.


AB ekonomik krizden en çok etkilenen bölgelerden biri oldu. Küresel ekonomik sistemde yaşanan bu hızlı dönüşüm en çok  liberal ekonomileri etkiledi. Liberal ekonomilerin bu şekilde etkilenmesi liberal demokrasilerin de bu etkiyi siyasi bakımdan hissetmeleri sonucunu doğurdu. Bugün Avrupa'da ırkçılık, yabancı düşmanlığı, aşırı sağcı siyasi partilerin artan oranda zemin kazanmaları ekonomik krizin siyasi yansımalarını oluşturuyor. Bu daha başlangıç. Yakında, örneğin Avusturya'da, bu eğilimlerin iktidar olma olasılığı dahi ciddi bir meydan okuma haline geliyor. Fransa sırada bekliyor.


AB ekonomik sıkıntılarla birlikte yükselen siyasi dönüşümle yüzleşmeye hazırlandığı bir sırada göç, mülteci sorunları ve artan terörizm tehlikesiyle karşı karşıya kaldı. Bu iki sorun giderek birbirini besleyen ve birlikte büyüyen bir sorun yumağı haline geliyor. Avrupa'da artık dünyanın "Göç Çağı"na girdiği görüşü   tartışılmaya başlandı bile. Bugün doğduğu ülkede değil de başka bir ülkede yaşayan insanların sayısı 240 milyonu buldu.


Yeni küresel gelişmelerin özellikle göç, mülteci sorunları ve buna bağlı olarak artan ölçüde terörizm tehdidiyle tüm dünyayı etkilediği bir dönemde, bazı ülkelerin "göç" olgusunu bulunduğu coğrafyayı göçten çekinen ülkelere karşı "taviz alma kozu" olarak kullandığı iddia ediliyor. Türkiye'nin de, özellikle bazı söylemlerin ifade ediliş ve kullanılışı nedeniyle bu ülkeler arasında görüldüğü ileri sürülüyor. Son örnek de Nijer. Bu ülke de, Türkiye gibi, göçü kontrol altına alabilmek için AB'den 1 milyar Avro yardım istedi, şimdilik 600 milyon kopardı.

Haberin Devamı

Göç, mülteci sorunları ve bunların zaten durağanlıktan muzdarip ekonomiler üzerinde yaratabilecekleri ek yük ve külfetler bir yana, AB artan şekilde terörizm tehdidiyle karşı karşıya. Bu da birçok AB ülkesinin göç ve mülteci politikalarında yeni sınırlamalar, kısıtlamalar ve bu yönde düzenlemeler geliştirmelerine yol açıyor. Doğal olarak, güvenlik öne çıkıyor.


Bugün Avrupa'nın karşı karşıya olduğu en büyük sıkıntı, çağlar boyunca gelişen ve artık evrensel bir değer olarak Avrupa ile iyice özdeşleşen bireysel hak ve özgürlüklerin güvenlik endişeleri nedeniyle kısıtlanması tehdidi. AB Türkiye'nin terörle mücadele yasasında gerekli düzenlemeleri yapmasını beklerken, bu konuda kendi değerlerinden taviz vermemeye gayret ediyor.


Avrupa, terörle mücadelenin bireysel hak ve özgürlükler kısıtlanmadan, insan haklarına saygı yitirilmeden de yürütülebileceğine inanıyor. İkinci Dünya Savaşı'na girmeyen Türkiye'nin, bugün sanki o savaşa girmiş gibi yıkılmış kent görüntülerine sahip ve yüzbinlerce insanının iç göç yaşadığı bir ülke haline gelmesi Türkiye ile AB arasındaki en temel anlayış farkını oluşturuyor. İkinci Dünya Savaşı ertesinde bir barış projesi olarak kurgulanan ve gelişen AB de işte bunu anlayamıyor.

Yazarın Tüm Yazıları