At binenin kılıç kuşananın

Yeni dünya düzeninin sloganı budur! 21. Yüzyıl neresinden bakarsanız bakın saldırgan, aşırı milliyetçi duygularla beslenen, popülist, çoğunlukçuluğa dayalı ve demokratik sistem içinde seçim kazanmayı fırdöndü oyununda "hepsini al" geldi şıkkıyla eşit görenlerin devri.

Haberin Devamı

Bu gelişmeye sebep olan en önemli etken iyi yönetim eksikliği. Sadece iyi yönetim eksikliği değil, aynı zamanda yönetimi iyi denetleyemeyen etkin muhalefet eksikliği. Dolayısıyla herkes suçu önce kendinde aramalı.

 

Uluslararası ilişkiler sahnesinde bu dönüşüme yol açan en önemli gelişmeyi de Sovyetler Birliği'nin yıkılması oluşturdu. Soğuk Savaş dönemine ağıtlar yakmanın gereği yok, ama o dönemin daha dengeli ve daha öngörülebilir bir uluslararası sisteme sahip  olduğu kuşku götürmez bir gerçek. Kendi içinde yaşanan bazı ciddi krizlere, örneğin 1962 yılının Ekim ayında dünyayı nükleer savaşın eşiğinden döndüren meşhur "Küba Krizi"ne rağmen...

 

Bugün dünya benzeri bir kriz halinde eşikten falan dönmek bir yana göz açıp kapayana kadar kendini nükleer bir fırtınanın içinde bulmaya çok daha yakın. Zira sistem ve onu yöneten yeni lider türü sadece kitleleri coşturan iyi bir demagog olmanın ötesinde "sonuna kadar gitmeye hazır" bir varlık türü haline gelenlerden oluşuyor. Dolayısıyla "öngörülebilirlik" kavramı artık uluslararası ilişkilerde "öngörmeye çalışanın zayıf noktası" haline geliyor.

 

Haberin Devamı

1991'de SSCB'nin yıkılışından 2001'de ikiz kulelerin yıkılışına kadar geçen on yıllık dönemde ABD'nin tek süpergüç olarak kaldığı devir artık bitti. Yeni uluslararası ilişkiler "dengesizliği"   süpergüç tanımını da gereksiz kılan çoğulcu bir yapıya sahip.

 

Bu safhada sayısı giderek artan önemli büyük güçlerin yanı sıra kendini güç sanan irili ufaklı serseri mayınlar da uluslararası sistemi zenginleştiriyor. Bunların sadece ulus devletlerden oluşmadığı, kendini devlet addeden yapılar kadar devlet dışı aktörlerin de bu yeni oyunda rol aldıkları artık tecrübeyle sabit bir hal aldı. Bu son gruba terör örgütleri de dahil.

 

Uluslararası sistemin bu yeni çoğulcu yapısı mevcut uluslararası ittifakların ve örgütlerin de belli ölçülerde zaafiyetle karşılaşmalarına yol açtı. Örgüt dayanışması, ittifak bütünlüğü gibi kavramlar artık eski güvenilirliğini yitiriyor. Bir ittifakın içinden özgüven patlamasıyla kendi başına buyruk davranışlar sergileyebilen aktörler de çıkıyor ve bu zenginliğe renk katıyor.

 

Haberin Devamı

Tüm dünya üzerinde eski hesapların açılmaya başladığını, eski düşmanlıkların tarihin tozlu raflarından indirildiğini, hatta yapılan bazı yeni anlaşmaların dahi indirilen dosyaların yerine "bana mı sordunuz?" meydan okumasıyla raflara istiflendiğini görüyoruz.

 

ABD'nin yeni başkanı Donald Trump bu sürecin hızlanmasına ve bazı çevrelerde küçük tereddütleri olanlar varsa onların da özgüveninin pekişmesine yardımcı olacak biçimde bu sayfayı açtı.

 

Önce Trans-Pasifik Anlaşması'nı çöpe atacağını ilan etti. Çin ve Japonya başta olmak üzere bu anlaşmaya imza atan Avustralya, Yeni Zelanda, Şili, Meksika, Malezya gibi birçok ülke şimdi kara kara düşünmeye başladılar.

 

Haberin Devamı

Trump İran'la imzalanan nükleer anlaşmanın akıbetinin de aynı olacağını açıkladı. Buna en çok İsrail ile Suudi Arabistan seviniyor, ama körfezdeki ülkeler pek o kadar hoşnut değiller.

 

Avrupa'da bu akım yavaş yavaş ikinci dünya savaşı sonrası kurulan ve bugüne kadar başarılı şekilde sürdürülen Avrupa bütünleşmesi projesini de olumsuz etkilemeye başlıyor. Avrupa Birliği ile sonuçlanan bu proje bir barış projesiydi. Eğer başarısızlığa doğru evrilirse barış da biter.

 

Yine de, tüm dünya üzerinde yaygınlaşmaya başlayan yeni lider türünün Avrupa'da diğer coğrafyalarda olduğu kadar hızlı biçimde üremeyebileceği varsayılıyor. Ne de olsa Hitler tecrübesinden kurtulalı daha ancak yetmiş yıl oldu. O nedenle, Fransa'da François Fillon'un merkez sağda Cumhurbaşkanı adayı olması Marine Le Pen'in önünü kesebilecek bir ümit olarak görülüyor.

 

Haberin Devamı

Uluslararası ilişkiler disiplininde görüşlerine değer verdiğim bir akademisyen dostum Türkiye'de bu hastalığın "yeni Enver'cilik" olarak vücut bulduğunu söylemişti. Baktığımız zaman, bu teşhisin yanlış olduğunu ileri sürecek veri bulamıyoruz.

 

Bir yandan Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşunun en önemli güvencesi olan Lozan Anlaşması hor görülerek yerden yere vuruluyor, bir yandan 1926'da Ankara anlaşması ile uluslararası hukuk açısından çözümlenmiş addedilmesi gereken "Musul meselesi" yeniden ısıtılıyor...

 

Türkiye'de kabuklarına sığmayan bir kitle var. Artan nüfusun koskoca Anadolu coğrafyasına sığmadığını ileri sürmek mümkün değil zira İç Anadolu'da nüfus yoğunluğu ıssız Pasifik adalarından bile daha düşük seviyede. Ama bu durum pek ala Türkiye'nin neden hala Cumhuriyet sınırları içinde kalmaya razı olması gerektiği sorusunun ortaya atılmasına engel değil.

 

Haberin Devamı

Görünen o ki, Suriye toprakları üzerinde Fırat'ın batısı ile Halep arasındaki bölge artık bizden sorulacak. Zamanında Cumhuriyeti kuran kadrolar Ortadoğu coğrafyasında bu tür macera arayışlarına karşılık olarak "girmek kolaydır ama çıkmak zordur" derken bugün kolaylıkla göz ardı edilebilen bir stratejik hatadan söz ediyorlardı.

 

Bugün artık bu "yeni normal"in stratejik bir hata olduğu düşüncesinde olmayan bir zihniyet hakim. Suriye'de kalıcı olmadığımız söylense de, çıkış stratejimizin olmadığı bir harekatla başlayan hamlenin artık kalış stratejisinden de yoksun bir hale doğru evrilmekte olduğunu görüyoruz.

 

Dikkat edilmesi gereken çok şey var. Kendi içindeki Kürt sorununu çözemeyen ve bu sorunu giderek dışsallaştırmaya çalışan stratejik derinlik hevesinin sonunda hem içeride hem dışarıda kendi kendini tutsak edeceğinden endişe duymamak mümkün değil.

 

Kimin umurunda? Ne de olsa at binenin kılıç kuşananın...

Yazarın Tüm Yazıları