Vicdanlara atılan yumruklar

GEÇEN hafta vizyona giren ‘Rüzgârın Oğlu’nda (‘Race’) sadece rakiplerine değil, ırkçılığa da karşı koşmak ve atlamak zorunda kalan bir atletin öyküsünü izliyoruz.

Haberin Devamı

Filmin kahramanı spor tarihinin en önemli figürlerinden Jesse Owens’tı. Siyahi yıldız, Nazilerin İkinci Dünya Savaşı öncesi gövde gösterisine soyunmaya çalıştığı Berlin Olimpiyat Oyunları’nda kendi gövde gösterisine soyunmuş ve dört altın madalya kazanmıştı. Ancak evine döndüğünde bu büyük zaferin pek bir işe yaramadığını; bir siyah olarak yine çağrıldığı davetlere beyazların girdiği kapıdan alınmadığını görmüştü. Owens’ın Berlin’deki muhteşem başarısı karşısında Adolf Hitler’in stadı terk ettiği söylenegelmiştir; siyahi atlet otobiyografisinde kendisini asıl küçümseyenin tebrik için bir kez bile aramayan, mektup, telgraf vs. yollamayan Amerikan Başkanı Franklin D. Roosevelt olduğunu yazmıştı.

 

VİCDANİ RETÇİ

 

Haberin Devamı

Benzer bir öykünün sahibi de ilk adıyla Cassius Marcellus, sonraki adıyla Muhammed Ali Clay’di. Küçükken, ‘bisikleti çalınmasın’ diye öğrendiği boks sonraları hayatına yön verdi. Rakiplerine karşı savunduğu yumruklar da bir süre sonra vicdanları uyarmaya yöneldi. Spor tarihinden insanlık tarihinin önemli figürlerine dönüşen az sayıda isimden biri oldu. Owens’tan farklı olarak da derdini içine atmadı, öfkesini saklamadı, çığlığını alabildiğine yükseltti. Müslümanlığı seçti, zaman içinde bütün ezilenlerin sesi oldu. Vietnam savaşı dönemi “Tanrı’nın bana verdiği sözle yaşayacağım. Bu söz içinde Vietnam’dakileri öldürmemek de var” dedi ve ekledi: “Bana hiçbir kötülük yapmayanlarla niye savaşayım?” Bu sözleri ve ‘vicdani retçi’ tavrı, hapis ve para cezasına, uzun bir süre bokstan uzaklaştırılmasına neden oldu ama her daim, ‘Savaşa hayır’ diyenlerin gönlünü sonsuza kadar kazandı.

Vicdanlara atılan yumruklar
Boksör Rocky karakteriyle şöhret olan Sylvester Stallone, 1976 Oscar töreninde Ali ile şov yapmıştı.

 

Sözleri, vecizeleri, çıkışları ve duruşuyla çok özel bir yerin sahibiydi… Zaman zaman ‘Barış elçisi’ rolünü üstlenmek durumunda kalıyordu. Mesela 1990’da Kuveyt’in işgaliyle başlayan ‘Körfez Krizi’nin ilk günlerinde rehin alınan 15 Amerikalıyı kurtarmak için Irak’a yollandı. Dönemin Amerikan Başkanı ‘Baba’ Bush, Muhammed Ali’yi Saddam Hüseyin’in propagandasına alet olmakta itham ederken, basın da onu eleştirmeye başlamıştı. Yıllardır parkinsonla da mücadele eden Ali, buna rağmen yoluna devam etti; kendisini oyalayan Saddam’la bir hafta sonra buluştu (bu esnada parkinson ilaçları tükenmiş, imdadına Bağdat’taki İrlanda Hastanesi yetişmişti) ve nihayetinde 15 Amerikalıyı yanına alarak, Amerika’ya döndü.

 

Haberin Devamı


HERKESİN ALİ’Sİ

 

‘11 Eylül’ saldırısı zamanı da benzer tartışmaların odağındaydı. Ünlü televizyoncu David Frost’un, “El Kaide ve Taliban’ı kötü bulup bulmadığına” ilişkin sorusuna terörizmin yanlış olduğu cevabını vermişti. Ancak benzeri soruları, kendisini seven insanlar, koruması gereken imajı ve süregelen iş ilişkileri nedeniyle, cevaplamaktan kaçınması gerektiği uyarısında da bulunmuştu!

 

Onun bu topraklardaki imajını ise, TRT’nin sabaha karşı yayımlandığı unvan maçları oluşturdu. Televizyonun her evde olmadığı dönemlerdi, ama yine de sabahın köründe buluşulacak bir hane bulunur ve Orhan Ayhan’ın anlatımı eşliğinde Muhammed Ali’nin zaferlerine tanıklık edilirdi. ‘Kutuplaşma’nın elbette olduğu ama daha düşük yoğunlukta yaşandığı ve en azından kimi asgari müştereklerde birleşildiği yıllardı. Dolayısıyla onun hayattaki ve ringdeki mücadelesi her kesim tarafından takdir görüyordu. Dün, ölümünün ardından ona ilişkin sevginin hâlâ sürdüğünü, özellikle sosyal medya üzerinden gözlemlemek mümkündü. Lakin onu sevdiğini düşünen kimilerinin, Muhammed Ali’nin savunduğu değerlerle, ilkelerle, hayattaki duruşuyla aynı çizgide olduğunu iddia etmek bana çok da inandırıcı ya da gerçekçi gelmiyor. Eh, bu da onların sorunu olsun. Bize de spor tarihinin, öyküsü itibariyle en farklı kişiliğine ‘Güle güle’ demek kalsın...

Yazarın Tüm Yazıları