Ekonominin reçetesi; hukuk ve çoğulcu demokrasi

Haberin Devamı

Türkiye çoğulcu demokrasi ve hukukun üstünlüğünden uzak kaldıkça, bir arada yaşamanın ve ekonomik kalkınmanın en temel koşulu olan kapsayıcı bir politik atmosferi oluşturamadıkça, ekonomik alanda sağladığı kazanımları hep geçici, hep konjonktürel, hep sürdürülemez olarak kalmaya devam edecek.

Meclis’te bütçe hakkının tam ve şeffaf biçimde kullanılamadığı, yolsuzluk ve rüşvet algısının yükseldiği bir ülke, iddiaların bile soruşturulmadan ‘darbe girişimi’ denilerek püskürtülerek ‘halı altına’ süpürüldüğü bir ülke oldukça, gelişmenin önü tıkanıyor olacak.

Tasarrufları eksik olan ve de işgücüne katılan kısmından 3 milyona yakın işsizi olan, 10 milyonu aşkın yoksulu olan bir ülkenin, çoğunlukçu bir nepotizme değil, kapsayıcı bir çoğulculuğa, hukukun üstünlüğünü işleten güçler ayrılığı temelli demokrasiye ihtiyacı var.

Haberin Devamı

Türkiye’nin yakın ekonomi tarihi ikiye ayrılıyor; ilki 2002-2007 arası Derviş reformları ve yüklü IMF parasının kullanıldığı, yüksek büyüme ve ivme kazanılan dönem. İkincisi de 2008 sonrasında küresel likiditenin sefasının sürüldüğü, reformların ötelendiği, politik olarak da çoğulculuktan uzaklaşılan, kutuplaşma ile hukuksuzluk ve yolsuzluk algısının yükseldiği dönem.

İlk dönemdeki reformlar, adı üzerinde ‘Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı’ idi. Türkiye’nin, ekonomik büyümenin sürdürülebilirliğini sağlamak için bağlı reformları sürdürmesi gerekiyordu. Yapmazsa yüksek büyüme sürdürülebilir olmayacaktı; nitekim öyle oldu.

İkinci dönemde (2008 sonrası), gelişen ülkelerden kaynaklanan küresel kriz ve sonrasında çözüm için basılan bolca paranın bizim gibi ülkelere sel gibi akması, ‘sefa içinde rehavet’ getirdi. 2010 ve 2011’deki yüksek büyüme sonrası dönemdeki yavaşlama ve çalkantılı ekonomik seyir, ‘yarın bu paralar gelmediğinde ne olacak?’ sorusunun Ankara’da akla gelse de hiçbir şey yapılmadan seyredildiğini söylüyor.

Geride bıraktığımız son bir yılda, bizim gibi tasarruf açığı olan ülkelerin rahatını kaçıran küresel ekonomik gelişmeler yanında, içeride de politik olarak giderek otokratikleşen bir tablo eşlik ediyor. Bu tablo, kısa vadeli sermayeyi rahatsız edecek türden çok, ülkenin ihtiyacı olan doğrudan yatırımları rahatsız eden bir görünümde. Kısa vadeli sermaye, her an çıkmaya hazır; tahvili ya da hisse senedini satıp dövize çevirip ülkeyi her an terk edebilir. Zaten en az arzu edilir mali yatırım biçimi de bu.

Haberin Devamı

Oysa uzun vadeli sermaye, geldiği ülkede en az 20 yıl gibi uzun bir yatırım ufkundan bakar. İş yapma ‘keyfi’ kaçtığında, kısa vadeli sermaye gibi ‘çantayı toplayıp’ ülkeyi terk etme esnekliği yoktur. Bunun için de, gittiği ülkedeki koşulları ince eleyip sık dokur. Örneğin hukukun üstünlüğü var mı? Politik kurumlar yargı üzerinde etkili mi, iş yapma süreçleri politik kademelerde rüşvet tarifesine bağlanmış mı? Politikacıların keyfine bağlı mı? Kafası bozulan politikacı, cezalandırmak için şirketler üzerinde kamu denetimi gücünü kullanıyor mu? İhalelere girişte ‘zımni bir onay’ mekanizması var mı? Finans kuruluşları devasa kamu projelerine finansman sağlamak için zoraki biçimde ‘görevlendiriliyor’ mu? İfade özgürlüğü, ‘icat yaratma’, farklılıklar baskı altında mı? Tüm bunlar ‘elekten’ geçiyor.

Haberin Devamı

İşte Türkiye, 2008 sonrası dönemde; bol para dönemi sona geldiğinde ki bugünlere denk düşüyor, ihtiyacı olan uzun vadeli sermaye girişlerini, doğrudan yatırımları teşvik edecek politik, hukuksal ve ekonomik ortamı iyileştirmek, reformları yapmak bir tarafa tersine kötüleştirmeye başladı. Son birkaç yılda ise bu kötüleşme alabildiğine hızlandı.

Bugünlerde Türkiye’nin düştüğü orta gelir tuzağındaki patinajına çarenin ana reçetesi, doğrudan yatırımların artırılmasındadır. Bunun da temel şartı hukukun üstünlüğü, çoğulcu ve katılımcı demokrasidir. Bunun tersine içinde bulunduğumuz otokratik eğilimler, yoksulluğu ve işsizliği derinleştirmekten başka bir yere götürmeyecektir bizi.

Haberin Devamı

ugurses@hurriyet.com.tr

Yazarın Tüm Yazıları