Şeref de, intikam da “yerelleşmek” zorunda

Herhâlde bu reyting koridorunda sıkışsın diye günlerce tanıtımı yapılmadı Şeref Meselesi’nin. Üç pazardır, deyim yerindeyse, 4-5 bandına sıkışıp kaldı dizi ve özellikle, reklamcıların önem verdiği 20+ABC1’de son hafta 5,74’den 4,52’ye düştü. İyice öğrendik, acımasız rekabet dünyasında yeni başlayan bir dizi için, hele bir de pahalı ve iddialı bir işse, bu oranlarla bir yere gidilmiyor. Daha sonra ya gün değiştiriliyor ya da, daha da fenası, daha geç bir saate konuyor ki, sonun başlangıcı oluyor.

Haberin Devamı

Felaket tellallığı falan değil derdim, aksine titizlenerek yapıldığı belli, fikir olarak oldukça doğru bir işin tutmasını canı gönülden isteyenlerdenim. Ama, daha ilk bölümden itibaren sorunlar peşpeşe geldi ve dizi, hedef kitlesi (belli ki AB ve 20+ yaş grubu) ile bir türlü buluşamadı. Sorunun ismini koyalım: “yerelleşememe”. Neticede, yabancı bir dizinin “uyarlaması” ile karşı karşıyayız, değil mi?

“Uyarlama”, sanılanın aksine, popüler kültür anlatıları tarihi düşünüldüğünde en iyi bildiğimiz işlerin başında gelir. Örneğin, Yeşilçam filmlerinin çoğunun popüler kültür ürünlerinden uyarlandığını biliyoruz. Bazıları Türk edebiyatından (Kemalettin Tuğcu, Muazzez Tahsin, Kerime Nadir’in doğrudan ya da dolaylı etkilerini bilmeden anlayamayız Yeşilçam’ı), bazıları da doğrudan devrin Avrupa sinemasından.1960’lı yıllarda çevrilen bir çok siyah beyaz filmde, Fransız ve İtalyan sinemasının etkilerini (kamera açılarından oyunculuğa kadar) görmemek elde değil. İşin daha da öncesi var tabii ki. Mihran Boyacıyan’ın Shakespeare’den 1912 yılında çevirdiği Otello, yıllarca Arabın İntikamı diye bilindi, oynandı bu memlekette. Keza, Mike Hammer çevirileri çok tutulunca (Kemal Tahir sağolsun) ve o sıralar henüz sadece altı kitap İngilizce’de basılmış olmasına rağmen, Türkçede iki yüzden fazla “çevirisinin” (yani, sahtesinin) olması, kültürel dünyamızda çok ciddî bir “uyarlama” geleneğinin olduğunu gösterir. Ayrıca, unutmayalım, bu eserlerin hemen hepsi gazetelerde tefrika edilirdi, aynen nasıl dizilerin her hafta gösteriliyorsa, o kitaplar da gazetelerde “arkası yarın” başlığıyla her gün yayımlanırdı. Ezcümle, biz “uyarlama” işini iyi biliriz, yeter ki bu işi yapan konuya hâkim olsun, sosyo-kültürel kodları hakkıyla çözebilsin. Ya çözemiyorsa? Ya elimizde bir Kemal Tahir, bir Can Yücel (Shakespeare, Bahar Noktası) yoksa?

Haberin Devamı

Şeref de, intikam da “yerelleşmek” zorunda

Kanal D, senaryolarının sağlamlığına, gösterildiği ülkelerdeki başarılarına güvenerek, dizilerde bu çözümü (“uyarlama”) benimseyen bir kanal olarak öne çıkıyor. Umutsuz Ev Kadınları böyle bir işti örneğin ve daha önceden eleştirdiğim (“Umutsuz Bir Dizi”, Radikal İki, 16 Kasım 2011) için rahatça yazıyorum, ilk bölümden itibaren, sorunlara gebe bir uyarlama hikayesini tercih etti. Örneğin, tesisatçı kahramanımız devasa bir jip kullanıyordu, ABD’deki araba fiyatlarından bîhaber bir kafayla yazıldığından “orijinale” sadık kalınmış, tesisatçı, ayıp olur zannıyla mı nedir, Şahin ya da Kartal’a bindirilmemişti. Amerikan orta sınıf ahlakının sahtekâr dünyasına odaklanan bu gerçekten ilginç dizinin kültürel kodları bir türlü “yerelleşememiş”, sonunda üst-orta sınıf aile hayatına odaklanan, sıkıcı, suya tirit bir diziye dönüşmüştü. Ne yazık ki, Şeref Meselesi’ni izlerken de benzer bir hisse kapılıyorum. Dizi bir türlü “yerelleşemiyor” zihnimde, sürekli olarak didişiyorum ekrandaki anlatının “gerçeklik” kurgusuyla.

Henüz ilk bölümde (izleyiciyi yakalaması açısından en kritik bölüm) öyle bir kasaba düğünü ekrana geldi ki, o “taşranın” tam olarak nerede olduğunu anlamaya imkân ihtimal yoktu. Ayvalık ile Sicilya arasındaki bir “köy meydanında”, toz duman arasında, “zeybeğimsi” bir dansı iki “biskolata erkeği” (cast olarak seçilen iki erkek kardeşi başka türlü isimlendirmek bence mümkün değil!) yapmaya çalışıyor ve tabii ki, beceremiyordu. O anne babadan, iki birbirine benzemez oğlan, ne kadar inandırıcı! Neyse, miras kavgalarından sonra bizimkiler maaile İstanbul’a, anlaşıldığı kadarıyla, suriçinde, oldukça mütevazı ve muhafazakâr bir mahalleye göç ediyorlar. Buraya kadar pek sorun yok ama ondan sonra, kültürel uyarlama bahsinde, film tam anlamıyla kopuyor, bir dizi “uyarlama kazasına” maruz kalıyoruz. Örneğin, ilk bölümde, belli ki mahalleye hâkim olan “en ağır abi” ile tanışıyoruz, kapkara camlı arabanın içinde oturan, yüzü gösterilmeyen bu “babanın” ilk olarak üzerinde kocaman bir şövalye yüzüğü olan elini görüyoruz. Nasıl mı? Pahalı arabanın camı iniyor, içinden bir el uzanıyor, onun emrinde olduğunu anladığımız kopil, büyük bir saygıyla, o eli öpüyor. Hiç mi “delikanlı” raconundan haberi yok bu sahneyi yazanın. Biz de “kibir” ile kurulmaz “kabadayılık”, sahte ya da hakikî, bir “tevazu” kisvesine bürünür, böylece mahallenin hamîsi olunur. İki kardeşten hayta olanı hapse düşüyor, olabilir. Bizim, kızıl saçlı biscolata erkeği, koğuşa girer girmez, ilk olarak ne yapıyor? Ona ilk ayarı verene tokadı basıyor! Sanırsın Kadir İnanır ya da Abdülcanbaz! Kimi kimsesi olmayan, taşradan henüz gelen o “kızıl saçlıya” daha sonra o koğuşta neler napılabileceğini yazmasak daha iyi.

Mahallemiz de evlere şenlik! İtalya’da, böyle bir mahallede kızlar çok daha özgür yaşayabilir belki ama, bizde işler böyle gitmez. Suriçi ile Bomonti’yi karıştırıyor senarist. Kızlar taytlarla sabah koşusuna çıkmaz bizdeki muhafazakâr ve mütevazı mahallelerde. Cast hataları ile mahalle hataları elele zaten. Mahalle sakinlerinden “sapsarı” manken kızımız (“biscolata kadını” yok ama, olsa, ondan iyisi bulunmaz!), Nişantaşı’nda yaşarken yolunu şaşırıp da bu sokağa ışınlnamış gibi. Karşı komşusu desen (hafiften aşık da oluyorlar birbirlerine), yani bizim oğlanlardan siyah saçlısı, hayta olmayanı, bir başka garabet örneği. Jöleli saçlar, İtalyan kesimi takım elbise, halis İstanbul Türkçesi (hiç mi aksanı olmaz taşradan göç eden bir ailenin?) vesaire. Annemiz “deliriyor”, malı mülkü kaybettikten, kocasını intihar ettikten sonra. Bu da olabilir ama o akıl hastanesinden bu ülkede bulunmaz. Hemşirelerin davranışlarına bir bakın, biraz hayal kurun, İtalyan hastanelerindeki rahibe-hemşireleri “göreceksiniz”.

Sanki, İtalyan’lar gelmiş, Türkiye’de bir dizi çekelim demişler ve biz de onların çektiği diziyi izliyor ve kültürel kopuklukluklara, aksaklıklara hayret edip duruyoruz. Şaşırdığım şu. Şeref Meselesi’nden hemen sonra, yine aynı kanalda Galip Derviş başlıyor, bu dizi de ilginçtir, kanalın bir başka “uyarlama” dizisi. Üstelik, son yıllardaki uyarlamalar düşünüldüğünde, yani “yerelleştirme” bahsinde, en başarılı dizilerin başında geliyor. Muhteşem bir oyunculukla Engin Günaydın döktürüyor, tabii ki uyarlama olduğunun hissedildiği anlar var ama, neticede iyi bir polisiye. Zaten, o saat diliminde hiç de fena olmayan izlenme oranlarıyla, sadık bir izleyici profili olduğunu ispat ediyor. Hiç mi feyz alınmıyor Galip Derviş’den?

Cast sorunları için artık yapacak pek bir şey yok, üzerine su içip unutmaya çalışalım. Ama asıl hikaye nasıl devam edecek, orası daha da önemli. Asıl hikaye mi? Tabii ki, bir çok benzer diziden bildiğimiz üzere bu da bir “intikam hikayesi”. Türkiye usûlü bir intikam hikayesinin nasıl yazılması gerektiğine dair çıta Ezel’in senaristleri tarafından konuldu ve bence henüz aşılamadı. Orjinalinde nasıl yazıldığı (hayta oğlanın emlakçının kızına yalandan âşık olmasını ve mafya liderine yakınlaşmaya çalıştığını fark ediyoruz) ve nasıl neticeleneceğini bilemiyorum ama, en dikkatli olunması gereken “yerelleştirme” kavşağı tam da burası. Yerellikte sınır tanımayız mevzu intikam oldu mu. Hatırlatayım.

Yazarın Tüm Yazıları