Kadın mı kötü erkek mi?

Ertuğrul Özkök pazar günkü yazısında “Kayıp Kız” (Gone Girl) filminden yola çıkarak şu sonuca vardı: Kadın erkekten daha kötüdür ve daha şeytandır!

Haberin Devamı

Bakalım gerçekten de öyle mi?
Bundan sonrası için spoiler uyarısı yaparak, “Kayıp Kız”da kadın neden kötülüğü seçiyor diye bir düşünelim.
Aşık olduğu adamla evleniyor kadın.
Çevresinde gördüğü bıkkın, eskimiş, monotonlaşmış, erkeğin vurdumduymaz, uzak, kadının ise baskıcı, dırdırcı olduğu evliliklerden olmayacak bizimki diyor.
İlk günkü gibi yürüsün, aşk, heyecan devam etsin istiyor.
Diğerlerinin yapamadığını yapmayı, başarmayı, farklı olmayı diliyor.
Ama yok!
İlk zamanlarda kadını elde etmek için numaralar, şirinlikler yapan adam değil artık.
Kadın da bunun farkında.
Ama yine de kötülük yapacak hale gelmemekte direniyor.
Ta ki aldatılana kadar, ta ki adamın kendisine özel sandığı öpücüğü bir başka kadına da verdiğini görene kadar.
Adam dışarıda yeni aşkıyla flört eder, sevişir, oynaşırken, evde miskin kocalığa devam etmek istiyor.
Kadının kini, öfkesi, kötülüğü, intikamı, şeytanlığı burada devreye giriyor işte.
Şimdi soruyorum... Burada asıl kötü kim... Kadın mı erkek mi?

Haberin Devamı

Fury ve Brad Pitt

Fury’yi basın gösteriminden sonra ikinci kez izledim.
Kanyon Cinemaximum’un beşinci salonu pazar akşamı son seans olmasına rağmen doluydu.
“Fury”, bildiğiniz gibi II. Dünya Savaşı’nda Alman topraklarında geçen bir savaş filmi.
Ağırlıklı olarak tank savaşlarını ve bir tankın içindeki beş Amerikan askeri ekseninde savaş psikolojisini irdeliyor.
Film üzerine eleştirimi pazar günü Hürriyet Keyif’e yazmıştım.
Şimdi ise birkaç detaya girmek istiyorum, filmi izlemediyseniz okumayın diyerek tabii:
- Brad Pitt’in canlandırdığı Don’un daha ilk sahnede atlı Nazi askerinin gözünü oyup beyaz atın alnını okşayarak serbest bırakması, savaşa dair görevlerini yerine getirmek zorunda olan bir asker olsa da özünde iyi bir adam olduğunun ilk ipucu.
- Senaryonun son derece gerçekçi iki cümlesi var. İlki “düşmanı öldürmek zorundasın, yoksa sen ölürsün”. İkincisi ise “idealler barışçıl, tarih vahşidir”.
- Filmin acı gerçeği: En saf, en hümanist, en çocuk ruhlu adam bile savaş ortamında “kahrolsun düşman” diyerek silahını ateşleyecek hale geliyor.
- “Fury”yi basın gösteriminde tek parça halinde izlemiştim. Sinema gösteriminde ara olduğunda filmin kesildiği yeri ise hiç beğenmedim. Don ve Norman’ın iki Alman kadınla bir apartmanda yalnız kaldıkları sahneler hem aksiyona bir mola oluyor hem de filmin en gerilimli sahneleri olarak akılda kalıyor. İşte bu bölümün tam ortasına denk geliyor ara. Bütün dikkati dağıtıyor ve bütünlüğü bozuyor.
- “Fury”, oyunculukları, gerçekçi savaş sahneleri, savaşan adamın acımasızlığını gösterirken aynı anda insanlık kırıntılarını da es geçmemesi açısından son derece iyi bir film.
- Ve son olarak söylemeden geçemeyeceğim: Allah nasıl özene bezene yarattıysa Brad Pitt’in cesedi bile yakışıklı.

Haberin Devamı

Ediz Hun deyince!

Ediz Hun’la yaptığım söyleşiden en sevdiğim ve bana en yakın bulduğum birkaç bölüm bugüne kaldı.
Hun’un 11 yıldan fazla sinemada şöhretin zirvesinde olduktan sonra her şeyi bırakıp akademik kariyer yapmaya uzaklara, Norveç’e gitmesiyle başlayalım.
Bu son derece radikal bir karar. Hem de nasıl zor şartlarda...
“Sabah 04.30’da kalkıyordum, 05.15 otobüsüne biniyordum. Eksi 31 derecede durakta otobüs bekliyor, 07.00’de derse giriyordum. Liseyi bitireli 10-15 yıl olmuş, anlatılanları anlamıyorum. Ama beyin öyle bir yumak ki, bir yerden yakaladıktan sonra onu bırakmıyor. Çok çalıştım. 41 yaşında biyokimyayı ikincilikle bitirmiş oldum.”
Peki bu çalışkanlık nereden geliyor...
“Şaşıracaksınız belki ama sinemadan geliyor. 22 yaşında bana disiplini öğreten sinema oldu. Orada vaktinde olmayı, saygıyı, hürmeti gördüm. Avni Dilligil, Aliye Rona, Suzan Avcı, Kenan Pars. Bana sevgi gösterdiler, destek oldular, genç bir adam olarak küçümsemediler. Ben de başarılı olmak için aşırı çaba harcadım. Çalışkan biri oldum hep.”
Ediz Hun böylesine çalışkan bir öğrenciyken şimdi nasıl bir hoca peki?
Öğrencileri onu çok seviyor, notu da bol: “Vizede kötü not alan biri olursa, bu sana layık bir not değil, haftaya hazırlan tekrar gel derim. Ve çalışır gelir, daha iyi not alır. Benim için önemli olan başarılı olmaları, öğrenmeleri.”
Peki ya yıllara meydan okuyan fiziği? Yok mu bir sırrı, vereceği ipucu: “30 yıldır her sabah süt içerim. Bal tüketirim. Spor yaparım, yürürüm, kürek çekerim. Genlerim de fena değildir. Babam Çerkes, annem Macar kökenli, Vidin doğumlu.”
Ve finale beni kalbimden vuran bölümü sakladım:
“Ben din, dil, ırk ayırt etmeden herkesi severim, yeter ki iyi insan olsun. Tahammül edemediğim şey ise hayvanlara kötü davrananlar. Hayvana kötü davranan adam için arabadan inmişliğim vardır. Pek çok kötülüğün hayvanlara, güçsüze eziyetle başladığını biliyorum. İnsan kendini anlatabilir. Hayvanlar aciz mahluklardır, gözleriyle ve çıkarabildikleri küçük seslerle anlatmaya çalışırlar. Burada asla tavizim yoktur. Sinek dahi öldürmem. Bardak ve kağıtla alıp, dışarı atıyorum. Şu anda 42 tane kedi besliyorum, hayvanların tedavisiyle bizzat ilgileniyorum.”
Ediz Hun’u sevmek ve hayran olmak için ne çok neden var, öyle değil mi?

Yazarın Tüm Yazıları