Ruhumuzu doyurmak için

Haberin Devamı

Osmanlı’da ramazan, gün boyu dini musikiye sahne olurdu. Ruhun gıdası olarak: İftardan önce mukabele, teravih arasında ilahi ve sahurda temcid...


‘‘ZEVK-İ Selim’de (Beyazıt’ta dönemin seçkin bir restoranı) ramazan geceleri ince saz takımıyla icra-yı ahenk edeceğini işittiğim zaman içimden bir akşam orada iftara karar verdimdi.” Böyle yazmıştı Cenab Şehabeddin 1920’de. Tabii icrayı dinlemek için teravihden sonrasını beklemesi gerekecekti. Restoranlarda, yemek sırasında müzik çalınması, o dönemde bir yenilikti. Ama günümüzde ‘musiki’ ve ‘light’ ilahiler, pek çok mekanda ‘iftar programı’nın ayrılmaz parçası. Artık ramazanın yaklaştığını fark etmek için sadece reklamlardaki ney, kanun veya davul seslerine kulak kabartmak bile yeterli. Peki eski ramazanlarda mideler, iftar sofralarında çeşit çeşit yemekle doyarken, ‘ruhun gıdası’ müzik nasıl alınıyordu?

Haberin Devamı


MUKABELE GELENEĞİ


Kuran’ın uygun usulde, sesli okunması ve tabii ki ezan, İslam kültüründe musikinin temelini oluşturmuştur. Ramazan boyunca camilerde sabah, öğle ve ikindi namazından sonra sesli Kuran okuması ve camidekilerin bunu takip etmesine ‘mukabele’ denir. Dini müziğe büyük zenginlik katan Osmanlı kültüründe mukabele, İstanbul camilerinde ramazandan 15 gün önce başlıyor ve Kadir Gecesi tamamlanıyordu. Ayrıca, zengin konaklarında ramazanda özel müezzinler görev yapar; hem teravih konakta kılınır hem de mukabele okunurdu.


CAMİDEKİ DİNLEYİCİLER


Elbette mukabelede, hafızın ses güzelliği ve mahareti, farklı bir etki bırakıyordu. Örneğin Ahmed Midhat Efendi, Hafız Sami’nin okuyuşu (1874-1943) hakkında 1898’da şöyle yazmıştır: “Bu kıraatin asıl dikkate değer yönü ise musikisidir ve emsaliyle mukayese kabul etmez... Cemaatin büyük bir kısmı boyunlarını bükmüş, abidane bir sükût içerisinde, gözlerinden yaşlar akıtarak okunan musikiyi dinliyordu”. Ali Rıza Sağman ise 1947’de Hafız Sami’nin etkisini şu sözlerle anlatır: “[Israr üzerine] o ramazan birkaç günde bir okumaya başladı. Cemaatin çok azalmaya başladığı o koca mabet, halkı alamıyordu... Fatih Camisi’ne koşan yüzlerce insan görüldü. Bu âşıklar arasında, İzmit, İzmir, hatta Ankara gibi başka şehirlerden gelmiş olanları da gördük... Mabedin içi bir fuar halini gösteriyordu. Türlü kılıkta adamlar, kadınlar, gençler, ihtiyarlar, kimi oturmuş gözü kapıda, kimi bir küme halinde beklemekte.” (Y. Demirtaş 2008 ve E. Ateş 2014’ten naklen).

Haberin Devamı


Kayıp gelenek temcid


KAYBOLAN bir musiki geleneği ise, ramazan ayında müezzinlerin sahurda minarelerden okuduğu ‘temcid’tir. Temcid, halk arasında sahur anlamında da kullanılmıştır ve tekrar ısıtılıp sofraya getirilen “temcit pilavı” sözü de buradan gelir. Asıl anlamıyla temcid, Allah’a yapılan dua ve yakarışlara salavatın eşlik ettiği bir musiki biçimiydi. Özellikle dergâh ve tekkelerde, zakirler tarafından okunan temcidler ayrı bir yere sahipti. Elbette, ramazanın sesleri sadece dini musikiden ibaret değildi. Acemice çalındığında kaba gürültüye dönüşen davul, ustasının elinde ve maniler eşliğinde, keyif veren bir çalgıydı. Tüm bunların ötesinde bir de ‘ramazan eğlenceleri’ vardı ki, o ayrı bir yazının konusu.

Haberin Devamı

Enderun usulü Türkçe ilahi


ABDÜLKADİR-i Meragi ve İsmail Dede Efendi gibi büyük ustaların hayatında ramazan ayının özel bir yeri olmuştur. Çünkü saray, musiki ve ramazan ayrılmaz bir bütündü adeta. Ruşen Eşref Ünaydın (1892-1959), Topkapı Sarayı’nda, Hırka-i Saadet dairesindeki teravih namazını hayranlıkla anlatır: “Sütun gövdeleri arasında rüya hayaletleri gibi silikleşmiş küçük cemaat, işte teravihe kalktı. Her iki rekâtta bir güzel sesli hafızlar, salavat getirmeğe başladı. Ve her dört rekât başında Enderunlular bestenigardan, sabadan, hüzzamdan ve acemaşirandan, kadim besteli Türkçe ilahiler okuyorlardı.” Sarayda doruğa çıkmış bu usulde, teravih namazları arasında ilahi okunması, büyük camilerde cemaatin salavata katılmasıyla apayrı bir boyuta taşınır. Anadolu ve Balkanlar’da yerleşen bu gelenek, -niteliği değişmiş olsa da- günümüze kadar ulaşmıştır.

Yazarın Tüm Yazıları