Gülebilmek

SORUNLARLA baş etmenin en iyi yolunun işi dalgaya vurmak olduğunu bilsek de bunu kendi hayatımızda uygulamak zor.

Haberin Devamı

Yoksa, kolektif bir mizah ortamı olduğunda -misal Gezi direnişi sırasında olduğu gibi- sanmam ki o gülme fırsatını kimse kaçırsın.
Hobi olarak göz gezdirdiğimiz vergi rekortmeni listelerinden aşinayız ki Türkiye’nin çok para kazananlarından biri Cem Yılmaz.
Zenginler arasında bir komedyenin olması sevindirici.
Diğer zenginler belki istihdam sağlayarak ya da sosyal projelerle topluma hizmet ediyor...
Ama bir komedyen güldürerek servetini biriktiriyor.
Daha büyük hizmet mi olur? Şahsen duble yola yeğlerim.
Hele de böyle nemrut bir ülkede.

*

Güldürenlerden daha fazla, başlarına gelen felaketler karşısında gülebilenlere saygım var.
Bir daha çocuk olsam “Büyüyünce ne olacaksın?” sorusuna cevabım şu olurdu: “Öfkeden çıldırırken gülebilen biri.”
Geçenlerde bir panelde, akademisyen arkadaşım Cengiz Aktar’ın can sıkıcı ama hayati konulara, ülkenin tarım politikalarına dair son derece karamsar bir tablo çizişini izledim.
Şaşkınlığımın nedeni, anlattıklarının karanlığı değil, anlatırken onun hâlâ gülebiliyor ve işi dalgaya vurabiliyor olmasıydı.
“Nasıl başarıyorsun?” diye sordum, “Bunları bilerek nasıl hâlâ mizahi yaklaşabiliyorsun?”
Cevabı şu oldu: “Kızım ben Kara Afrika’da yaşadım. Sonra üzerime bir bilgelik çöktü.”
“Tavsiye ederim”
dedi, “Böyle bir deneyim sana da iyi gelebilir”.
Birkaç gün de olsa, ciddi ciddi düşündüm.
Mümkün müydü? Kara Afrika’da yaşayabilir miydim?
Tüm detayları kafamda dolandırdım.
Kara Afrika değil de, Hindistan olurdu belki. Ama o zaman da yogilerle çevrili bulabilirdim kendimi. Oysa yogaya bile tahammülüm yok.
Sonra tabii ki gündelik hayat ve konforlar ağır bastı, Kara Afrika defterini “20’lerimde olsaydım belki” diyerek kapadım.

*

Ardından Guardian’da ‘İngiltere’nin öfke sorunu’ başlıklı bir makaleye rastladım.
Bakın, bu beni güldürdü.
Çünkü 4 yıl bu ülkede yaşamış ve tek bir şeye sinirlenmemiştim. Para üstünü uzatırken bile teşekkür edenlerin memleketinde, öfkelenmek için özel çaba sarf etmek gerekiyordu.
Ama demek zaman içinde onların da sigortaları atmıştı.
Yazar, İngilizlerin her şeye sinirlendiklerinden dem vuruyordu...
Bir kadın gazeteciyi yumruklama arzusunu sosyal medyada paylaşan parlamenter yüzünden sosyal medya ayağa kalkmıştı.
Ya da... Bir markanın kız çocuklarının ayakkabılarının ‘tarz sahibi’, erkeklerinkileri ‘sağlam’ diye tanımlamasına karşı Change.org’da bir imza kampanyası başlatılmış ve kampanya mektubunda “Dehşet verici” ifadesi kullanılmıştı.
Bir çocuk ayakkabısının tanımlanma şekli -yazara göre- ne kadar dehşet verici olabilirdi ki?
İş Michael Chabon’un dediğine geliyordu; öfke eskiden ahlaki bir duruştu; artık bir yaşam biçimine dönüşmüştü.

*

Bir akademisyenin tarım politikalarına dair konuşmasından Kara Afrika’ya, oradan Cem Yılmaz’a, oradan İngilizlerin öfke sorununa savrulmamın nedeni, “Beni öfkeden çıldırtan şeylere gülmeyi nasıl başarabilirim?” arayışıydı.
Çünkü artık Burhan Kuzu’ya sinirlenmek, Şamil Tayyar’ın sözleri karşısında şoke olmak, kamusal söylemlerle krize sürüklenmek de tek tipleşti ve insanı çıldırtmak dışında pek bir amaca hizmet etmiyor.
Hepimiz Kara Afrika’ya gidemeyeceğimize göre, duyarlılığımızı yitirmeden, üzerimize o bilgeliğin çökmesini oturup burada bekleyeceğiz.
Ama bu arada...
Zorla da olsa gülmeyi öğreneceğiz.
Başka yolu yok.

Yazarın Tüm Yazıları