Yarış... Hep yarış!

Hayatımız çoğu zaman “insan hayatı”ndan ziyade ormanda hayatta kalmaya çalışan hayvanların yaşamına benziyor. Birbirini yemek ve diğerlerinden korunup av haline gelmemek üzerine kurulu bir hayat.

Haberin Devamı

Sadece temel bir motivasyon var, o da “ölmemek.”
“İnsan, sosyal bir varlıktır” denilir ya, insanın sosyal varlık olması hali, birbirini destekleyen, daha iyi bir yaşama kavuşmak için bir arada yaşayan topluluklar için söylenmiş bir söz olsa gerek.
Sürekli birbirini yiyen kalabalıklar; az okuduğu, az öğrendiği, az bildiği için kolayca dolduruşa gelen, birbirine karşı kışkırtılan insanların arasında yaşarken “İnsan, kendi başına kaldığında biraz daha makul bir varlık olabilir” demek daha doğru herhalde.
Rekabetin gelişmeyi artırdığını söylerler fakat bu ancak düşünce gelişimini tamamlamış, cehalet yükünü üzerinden atmış toplumlar için geçerli. Az gelişmiş toplumlarda rekabet, “daha iyi iş” değil, daha ziyade “uyanıklık yaparak bir adım öne geçme” anlamı taşıyor.
Meslekler çeşit çeşit, uyanıklık dediğimiz de öyle. Uyanıklık yaparak, malını şişirerek satan insanın “beyaz yaka” versiyonları, yalan söyleyerek, başkasının kuyusunu kazarak kariyer merdivenlerini tırmanma çabası içinde olanlar. Olmayacak yalanlarla rakip gördüğü insanları ekarte edenler.
Siyaset sahnesinde eşdeğeri ise, kendi çıkarı için yalan söyleyerek milleti galeyana getirenler.
Kendi yükselişi için milyonlarca insanın hakkını, hukukunu ezenler, ezdirenler. Güç saplantısı yüzünden koca ülkenin devlet işlerini çözümsüz hale getirenler, kendi istediği olana kadar herkesi oyalayanlar.
Düşünce gelişimini tamamlamamış, okumayan, öğrenmeyen, bilimi inançla takas etmiş, şark kurnazlarının manipülasyonuyla, rüzgarda sallanan saz gibi davranan toplumlarda öncelik sırası da karışıyor.
Zira memleketin her yerinde, farklı seviyelerde, çok temel yaşamsal ihtiyaçlar karşılanamaz iken, şatafat, lüks peşinde koşturmanın başka bir açıklaması yok.
Tüm bunları düşündüğümüzde “insan, sosyal bir varlıktır” demeyi sürdürebilir miyiz?
Galiba sürdüremeyiz.
Sessiz bir sahil kasabasında yaşasam” hayalleri kuranların artışı elbette tesadüf değil.
Bir kere geldiğimiz hayattı kah günlük dertleriyle, kah egosunun buyurduklarıyla, kah “ulvi değerler” yolunda vahşi ve ölümcül bir savaş meydanına çevirenler artıkça “çekip gideceğim buralardan” geyiği de artıyor.
Üstelik artık geyik değil bu. Gerçeğin, hayatta kalabilmenin tek şartı ya çekip gitmek ya da hayatını sakinlik etrafında dizayn etmek.
Hayatta kalmak için savaşmaya ihtiyaç duymayı öğrenmiş pek çok insan var. Düşünen bir insan olmanın avantajlarını kullanmayı unutmuşlar.
Unuttukları, göz ardı ettikleri bir konu daha var: Herkesi kendileri gibi sanıyorlar. Oysa sakinliğe, uyuma, barışa ihtiyaç duyan çok çok insan var. Onlar için kendini iyi hissetmenin, güç kazanmanın, başarmanın, yaşamanın yolu savaştan, rekabetten ve birbirini boğazlamaktan geçmiyor.
Savaşanlar sanıyor ki, hayatta kalmak için tek çare bu. Herkes birbirini gırtlaklayacak, herkes birbirinin kafasına basarak yukarı çıkacak. Hatta tek başına gücün yetiyorsa, komple 75 milyonun kafasına da basabilirsin. O bile mümkün.
“Toplum içinde yaşamak” bireyler birbirini desteklediği zaman anlam kazanıyor. Birlikte daha iyi bir hayata kavuşmak için birbirlerini kolladıkları, korudukları, ayrım yapmadan birbirlerini yükselttikleri zaman mümkün oluyor.
Ha...
“İnsan sosyal bir varlıktır” cümlesi sadece birbirimizi boğazlamak, rekabet koşulları yaratmak için geçerli olunca...
Bu koşullarda toplum içinde var olmaya çalışmaya “hayat” diyeceksek...
Hakikaten gidip Robinson Crusoe gibi tek başımıza yaşayalım.

Yazarın Tüm Yazıları