Felaket unutma “geleneği”

İlk defa “Çocuk Kalbi” ile tanıdığımız İtalyan yazar Edmondo de Amicis, 1800’lü yıllarında sonunda bir İstanbul seyahati yapar. Yıllarca İstanbul’u görmek için yanıp tutuşur, bu seyahat için sayısız hesap yapar ve nihayet bu imkanı bularak İtalya’dan hareket eden bir gemiyle İstanbul’un yolunu tutar.

Haberin Devamı

Yolculuğunun başladığı andan itibaren hiç durmadan gördüklerini detaylı olarak not edip bunu “Constantinopoli” adını verdiği bir kitap olarak yayınlar... (Türkçe çevirisi Yapı Kredi Yayınları, “İstanbul”, 2010)
Bu muhteşem kitapta anlattığı insanların, semtlerin, evlerin çoğunu Cesare Biseo resmetmiş. Gravürler sayesinde 19. Yüzyıl İstanbul’u gözünüzde bir sinema filmi gibi canlanıyor.
İçinde bulunduğu geminin İtalya’dan İstanbul’a olan yolculuğunda, önce İstanbul’a giden yolcuları tarif eder de Amicis. Öyle canlı anlatır ki geminin içini, kendinizi onunla beraber 19. Yüzyıl İstanbul’u için yola çıkmış geminin bir yolcusu gibi hissedersiniz. Birazdan Prens Adaları ve ardında bir sis perdesi içinde hayal meyal seçilen İstanbul’u göreceksinizdir.
Yazar gemiden indiklerinde gördüklerini, çevresini ve insanlarını anlattığında, esasında İstanbul’un çok değiştiğini, fakat “sistem”inin hiç değişmediğini görüyoruz. 100 yıl öncesinin İstanbul’u yine çok güzel, yine kaotik, yine çirkinlikten ölüyor, yine güzellikten insanın aklını yitirmesine sebep oluyor... Bugün şehre dair ne hissediyorsak, aynısını hissetmiş ve yazmış de Amicis.
Daracık İstanbul sokaklarında gezerken bakın neler hissediyor:
“... her şeyde güvensizlik ve kıskançlık kokusu duyulur.(...) Sokaklarda beliren umulmadık şeyler, anlatılacak gibi değildir: Şaka ya da yanlışlık gibi gelir, gülmeye başlarsınız ve tramvayın arkasından şaşkın şaşkın bakakalırsınız. Tramvay gidince, gözünüzün önünden Avrupa’nın canlı görüntüsünün geçip gittiğini sanırsınız ve sahne dekoru değişmiş gibi kendinizi yine Asya’da bulursunuz.”
Sonra 1870’teki büyük yangınla ilgili ona anlatılanları aktarıyor en acı haliyle. Yine “hiçbir şey değişmemiş” dedirtiyor. Sözlerinde 1999 depremini, Soma faciasını görebilirsiniz:
“...kömürleşmiş, tanınmaz haldeki cesetlere eğilmiş tek tek bakıp çırpınarak koşturan kadınlar ve erkekler, (...) ölülerin içinde bir yakınlarını tanıdıkları vakit, çaresiz feryatlar koyverip hıçkırıklara boğularak yıldırım çarpmış gibi yere yığılıyorlarmış ve bütün bunlara, kavşaklarda atlarını durduran, betleri benizleri atmış, ciddi yüzleriyle beliren konsolos ve sefirler, felaketin büyüklüğü karşısında şaşkına dönmüş halde etraflarına bakınıyorlarmış.
Yine de Doğu memleketlerinde adet olduğu üzere, bu büyük felaket hemen unutulmuş. Dört sene sonra, Tatavla tepesi önünde, Pera’nın ücra köşelerinde birkaç çorak arazi dışında yangının izine rastlamadım. Yangından, çok eskilerde kalmış bir olay gibi söz ediliyordu. Küller daha soğumamışken, bir süre gazeteler hükümetten önlem almasını, tulumbacı teşkilatının yeniden düzenlenmesini, tulumbaların yenilenmesini, daha çok su verilmesini, bina inşaatlarının bir düzene sokulmasını istemiş, lakin hükümet duymazdan gelmiş, (...)”
İnsan bu sözleri okuyunca “Hiç mi değişmeyeceğiz” diye üzüntüye kapılıyor. Yeminlerini iki gün önce etmiş yeni vekillerimizin, Soma’nın hesabını soracağını, deprem konusunu ilk sıralara oturtup rant ekseninden çıkararak gerçek önlemler alacağını ümit ediyoruz.
Felaketleri unutma “geleneğini” tarihe gömmezsek, 100 yıl sonra torunlarımız bugüne dair kitapları okuyacak, “Aa, aynı biz, resmen şimdiyi anlatmış” demeyi sürdürecek...

Yazarın Tüm Yazıları