Distopyanın kendisinde yaşamak

Distopik bir dünya manzarası çizen bilimkurgu filmlerini pek severim.

Haberin Devamı

Bugüne dair pek çok şey anlattıkları, hatta bizzat distopyanın kendisinde yaşadığımı hatırlattıkları için.
Belki medeni yaşam koşullarının söz konusu olduğu bir yerde yaşasam...
Geleceğe –hatta şimdiye- yönelik karanlık koşulların söz konusu olmadığı bir ortamda...
İşte o zaman, sıcak ve rahat bir koltukta oturarak izlemenin keyfine varabilir, henüz kabus gibi bir dünyada yaşamadığım için şükredebilirdim.
Fakat bu olmuyor.
Aksine, her seferinde bana bu filmler, yaşadığım ülkeyi hatırlatıyor.
Düşünsenize, öyle bir yerde yaşıyorsunuz ki, alelade bir gün “yoğun ölüm riski” içeriyor.
Alelade bir gün, her gün yaptığınız gibi, mahallenizde yürüyorsunuz diyelim.
Bir rüzgar esiyor ve yanı başınızda duran inşaatın iskelesi, başınıza çöküyor.
Ondan kaçabilirsen yollarda ölümsüz gibi gezinen kah takım elbiseli, kah hırt canavarlara yakalanıyorsun.
Kadını erkeği aynı bu memlekette, sözde medeni, işinde profesyonel, pek şık kadın canavarlar da var tabii.
Bir biçimde onları atlatabildi, hayatta kalabildiysen ne ala.
Kurtuldun, evine vardın diyelim.
Evindeki varlığın, hayatının sürekliliği da koca bir muamma. Depremi bekliyorsun, Lars Von Trier’in “Melancholia”sındaki gibi, yaklaşan bir gezegenin dünyaya çarpacağını bile bile bir şey yok gibi yaşamaya devam ediyorsun.
En azından etmeye çalışıyorsun.
Fakat kalbinde hep bir boşluk, ya olursa...
Bazen omuzların düşüyor, bazen bir şey yokmuş gibi düğüne derneğe filan gidiyorsun mesela...

Dünya dediğin koca bir tren
Evinde oturmuş elindeki telefonu karıştırıyor, ya da haberleri açıyorsun.
Ancak insana değer verilmeyen, cehaletin zaferini ilan ettiği ülkende karşına çıkacak haberler resmi geçit yapıyor.
Düşen asansörü, göçen madenleri, insan canına kıymet verilmediği için hiçbir önlem alınmadan insanların köle gibi çalıştırıldığı düzeni izliyorsun.
Ellerin bağlanmış gibi hissediyorsun, zira sen de o düzenin bir parçasısın.
Ya yapanısın, ya içinde kalanısın. Bong Joon-ho’nun “Snowpiercer”ındaki gibi...
Kemikleşmiş insan düşmanı düzen, bir gün kendi kendini yıkacağını düşünürsün.
(Ne oluyordu filmde, hatırlatayım: Dünya, başarısız bir iklim deneyinden sonra tamamen donar. İleriyi gören bir adam, yüksek teknolojili bir tren yapar ve dünya donduğunda, bu trene binebilenler, dünya üzerinde kalan son insanlar olur. Tren, 18 yıldır, dünyanın çevresinde tur atmaktadır. Buradaki sistem, dünya üzerindeki insanların, devletlerin, toplumların küçücük ve çirkin bir modeline dönüşmüştür... En önde trenin sahibi yaşar. Ön vagonlar zengindir, arkaya doğru sefalet ve işkence başlar. Son vagon ise güç sahibi insanların, gücü olmayana sağlayacağı en aşağı koşulları anlatır.)
İnsanın “kelle” hesabı yapılarak yaşatıldığı, ancak güçlü olanın işine yaradığı takdirde bir değerinin olduğu, bir güçsüz işçi ölse diğerinin yerine geçirileceği, asla ama asla işlerin aksamasına müsaade edilmeyeceği bir dünya izletir sana bu film.
Var mı bugünden farkı?
Sonra bir başka haber izlersin.
Eminönü’nde, bedava baklava dağıtmıştır, yaşanan izdihamı ne yoksullukla açıklarsın, ne de eğitimsizlikle.
Bir zamanlar bir “izan” vardı yurdumun insanında, bir “vakar” vardı, bu kavramlar ne eğitime bakardı ne de yoksulluğa...
Bu görüntülerle birlikte ne Resident Evil kalır, ne World War Z. “Zombili distopya filmi”nin kralını izlersin.
Hunharca baklava avuçlayan, baklava standına saldıran insanları görünce...
Toplumun, ülkenin dönüştüğü vaziyet, “Dünya mahvolmuş ve bir grup insan hayatta kalmak için savaşıyordu” temalı bir bilimkurgu filmi gibi.
Bir yönetmen çıkmış, bunları hayal gücüne dayanarak yazmış, çekmiş gibi.
İşin fenası, hepsi gerçek.

Yazarın Tüm Yazıları