İşte bu nedenle otoriterleşiyor

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, kendisine karşı yapılan eleştirileri “hakaret ve saygısızlık” olarak algılıyor.

Haberin Devamı

Eleştirinin hangi üslupla yapılmış olduğunun bir önemi yok onun için.
“Eleştiriyorsan saygısızlık ediyorsun” şeklinde bir düşüncenin etkisi altında.
Şöyle diyor: “Ülkenin seçilmiş Başbakanına hiç kimsenin saygısızlık etmeye hakkı yoktur.”
Oysa konuşmayı okuyunca görüyorsunuz ki ne saygısızlık var, ne de hakaret anlamına çekilebilecek bir kelime.
Sonra da sözünü tamamlıyor: “Parti kur gel, cübbeni çıkar gel, vs.”
Birinci sorunu, eleştiriyi saygısızlık ve hakaret olarak algılamak ise ikinci sorunu da siyaseti sadece politikacıların yapabileceği bir iş olarak gören seçkinci bir anlayış.
Demokrasiyi sadece seçimlere indirgeyen anlayışın doğal bir uzantısı bu.
Demokrasinin sadece seçimlerden ibaret olmadığını, çoğulculuğun, haklarını savunmak için örgütlenme hakkının, fikir özgürlüğünün de bu kavramın içini doldurduğunu senelerdir anlatıyoruz ama dinlememekte, anlamamakta ısrar ediyor.
Sivil toplum örgütlerinin bu çerçevede ülkenin temel sorunları için söz söyleme hakkı olduğunu da tanımıyor tabii.
Ona göre siyaset yapmanın bir tek yolu var: Parti kuracak, seçime gireceksin!
Kazanırsan ne istiyorsan onu yapabilirsin, kazanamadıysan sesini kıs, otur oturduğun yerde!
Bu son derece sığ demokrasi anlayışı nedeniyle giderek otoriterleşiyor, eleştiriye tahammülü olmuyor, herkesin karşısında bir tür “esas duruşta” beklemesini istiyor.
Bu açıdan bakıldığında da yıktığını söylediği “vesayet rejiminde”, askerin yerine kendisini koymuş oluyor.
Vasi değişiyor, sistem değişmiyor!

Haberin Devamı

‘Sorumsuz’ başbakanlık sistemi

BAŞBAKAN Recep Tayyip Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ilgili olarak “Seçilen fiilen başkan olur” dedi.
Öyle görünüyor ki “halk tarafından seçilen ilk Cumhurbaşkanı” olursa, Anayasa’nın sınırlarını zorlamaya ve sistemi kendisine göre yeniden dizayn etmeye son derece kararlı.
Cumhurbaşkanı’nın seçilirse hangi yetkilere sahip olacağı Anayasa’da yazılı.
“İcranın başı” görevi ise sembolik, çünkü cumhurbaşkanları eylem ve işlemlerinden sorumlu tutulamazlar ama icra heyetinin gerçek başkanı olan Başbakan, her türlü işleminden sorumludur.
Sorumsuz icracılık, ancak diktatörlüklerde olur, bir demokraside değil.
Ülkenin seçilmiş ya da atanmış her ferdi, Anayasa’da yazılı sınırlarının içinde kaldığında ne sistem sorunu çıkar, ne de bundan dolayı ülke yönetilemez hale gelir.
Ama artık belli oldu ki Recep Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı seçilirse, kimseye hesap vermekle yükümlü olmayan bir “başkan” rolü de oynayacak.
Anayasal sınırları zorlamak, bir ülkeyi önünde sonunda yönetilemez hale getirir.
Bakalım, AKP’de, ülkenin geleceğini düşünerek, bu çılgın projeye karşı çıkacak izan sahibi kaç kişi çıkabilecek?

Haberin Devamı

17 ve 25 Aralık’ta ne oldu?

İÇİŞLERİ Bakanı Efkan Ala, rüşvet ve yolsuzluk suçlamaları ile ilgili olarak 17 ve 25 Aralık 2013 tarihlerinde yapılan operasyonların “darbe girişimi” olduğunu söyledi.
Öyle görünüyor ki eski taktikte ısrar edilecek, “darbe girişimi” iddialarıyla, o tarihlerde Türkiye’nin önüne nelerin konduğunu örtmeye çalışacaklar.
Önce 17 Aralık ve 25 Aralık tarihlerinde neleri öğrendiğimizi bir hatırlayalım:
-Halkbank Genel Müdürü’nün evinden, ayakkabı kutularına doldurulmuş 4.5 milyon dolar çıktı.
-İçişleri Bakanı’nın oğlunun evinden yedi çelik kasa ve 1 milyon 200 bin lira çıktı.
-İçişleri Bakanı’nın kamuoyuna “O para ev satın almak içindi” dediğini duyduk, oysa kendi oğluna “Gayriresmi danışmanlık parası de, akrabamdan alacağımı aldım de” diye tavsiyelerde bulunduğunu öğrendik.
-İçişleri Bakanı’nın, Reza Zarrab isimli işadamına bazı kolaylıklar sağladığını öğrendik. Bunun için 10 milyon dolar aldığı iddia ediliyor ve bakan oğlu ile Zarrab arasındaki danışmanlık ilişkisinin mahiyetini izah edebilmiş değil.
-Eski Ekonomi Bakanı’nın aynı işadamından 700 bin lira değerinde saat aldığını, onun özel uçağıyla ailecek umreye gittiğini öğrendik. Bakan bunların parasını sonradan ödediğini söyledi ama bunun belgelerini ortaya koyamadı.
-Eski Ekonomi Bakanı’nın işadamıyla özel bir iletişim hattı kurduğunu, takip edilmemek için değişik telefonlar kullandığını öğrendik. Bakanın milyonlarca dolar tutarında rüşvet aldığı ve adının bir rüşvet listesinde kayıtlı olduğu da iddialar arasında.
-Eski AB Bakanı’na elbise torbasında, çikolata tepsisinde ve ayakkabı kutusunda üç kez 500’er bin dolar verildiğini öğrendik.
-İşadamlarına havuz kurdurulduğu, kamu ihalelerinden yararlanan müteahhitlerin bu havuza para koyduğunu, bunun hükümete bağlı bir medya düzeni kurmak için kullanıldığını öğrendik.
-Başbakan’ın oğluna “Evdeki paraları sıfırla” dediğini duyduk. Paraların güvenilir evlere dağıtıldığını ama yine de elde 30 milyon Euro kaldığını öğrendik.
-Başbakan’a hediye olarak Urla’da villalar inşa ettirildiğini, Başbakan’ın kızının inşaatın en küçük detaylarıyla bile ilgilendiğini öğrendik.
Diyelim ki “paralel yapı” gerçekten de hükümeti devirmek için bir plan hazırlamış olsun.
Bunu hangi güce dayanarak yapabileceklerdi meselesini bir kenara bırakıyorum.
Cumhuriyet tarihinin bu en büyük rezilliğine neden olanlar kimler?
Darbe yapmak istediği iddia edilen “paralel yapı” mı, yoksa isimlerinin önünde büyük unvanlar olan hükümet mensupları mı?
Başbakan “paralel yapıya karşı cadı avı” yürüteceklerini söylüyor.
Ne âlâ! Yürütsünler, Türkiye’de seçilmiş bir hükümeti devirmek ya da sahip olmadığı bir yetkiyi kullanmak isteyenleri adalete teslim etsinler.
Ama bu arada bu rezilliği de temizlemeyi ihmal etmesinler, adaletin önünü açsınlar.

Yazarın Tüm Yazıları