Hukukta ‘param kadar konuşurum’ dönemi

AVRUPA İnsan Hakları Sözleşmesi, 1950 yılında imzaya açıldı ve 1953 yılında yürürlüğe girdi.

Haberin Devamı

Türkiye de bu sözleşmeyi imzalayan ülkelerden biridir.

Bu sözleşmeye, imzacı devletlerin uyup uymadıklarını denetlemek amacıyla da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM) kuruldu.
Türkiye, vatandaşlarının bu sözleşmeye aykırılık iddia ederek AİHM’ye bireysel başvuru hakkını 1987 yılında kabul etti.
1990’dan beri de AİHM’nin “zorunlu yargı yetkisini” tanıyan ülkelerden biriyiz.
AİHM’nin kararları elbette yerel mahkemelerin kararının yerine geçmiyor ama Türkiye’de Anayasa Mahkemesi, AİHM kararlarının ulusal yargı sistemimiz tarafından esas alınmasını öngören bir karar kabul etti.
Yani uzun yıllardır Türkiye’de haklarının devlet tarafından ihlal edildiğine inanan vatandaşların güvenebilecekleri bir başvuru makamı var.
Daha doğrusu artık “vardı” dememiz gerekiyor.
Çünkü Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan, Anayasa Mahkemesi’nin Can Dündar–Erdem Gül kararına sinirlendi.
Şöyle diyor: “Birinci mahkeme kararında diretirse Anayasa Mahkemesi’nin verebileceği bir karar yoktur. O kişiler isterse AİHM’ye gidebilir. AİHM eğer AYM’nin verdiği istikamette bir karar verirse, sadece tazminat bakımından bağlayıcıdır. Devlet tazminata itirazını yapar yahut tazminatı öder.”
Yani Cumhurbaşkanı, yerel mahkemelere diyor ki “Siz bildiğinizi yapın, AYM’yi, AİHM’yi boş verin, gerekirse biz parasını öder, o insanları hapislerde süründürmeye devam ederiz!”
Yani artık kişisel haklarımızın korunması için güvenmemiz gereken bir mahkeme de ortada kalmamış bulunuyor.
Cumhurbaşkanı “param kadar konuşurum” diyor, tazminatları cebinden değil devlet kesesinden ödeyeceği için de parayı öder, istediklerini hapiste tutmaya devam eder.
Türk yargısının, bu “yeni içtihat makamına” uyum gösterip, göstermeyeceğini de kısa süre içinde anlayacağız gibi görünüyor!

 

 

Haberin Devamı

1984 değil 2016

 


DÜN Hürriyet’in İstanbul baskısının 14. sayfasında, Zaman gazetesine el konulmasıyla ilgili olarak yaşanan olaylar ile ilgili haberlerle birlikte bir fotoğraf da yayımlandı.
Bir grup başörtülü kadın, polisin attığı gaz bombasından etkilenmiş. İçlerinden biri düşmüş, yerde boylu boyunca yatıyor.
Bu fotoğraf, cemaatçilere karşı yapılan bir operasyonda değil de herhangi bir gösteride çekilmiş olsaydı, hükümet medyasının nasıl bir gürültü koparacağını tahmin edebilirsiniz.
Hatırlayın, bir kadının kafasından uydurduğu cinsel fantezilerle dolu “Kabataş’ta başörtülü kardeşimize saldırdılar” yalanını bile nasıl köpürtmüşlerdi.
Ama dün baktım, yandaş medyada böyle bir fotoğraf olmadığı gibi, tek satır söz eden de yoktu.
Gel de George Orwell’in 1984 romanını hatırlama!
Herkes eşit, ama bazıları her zaman daha eşit!

 

 

Haberin Devamı

Bu eksik bir soruşturmadır

 

 

FETHULLAH Gülen cemaatine yönelik operasyonlar bir kez daha “hızlandı”!
Son operasyonların Manisa ve Kayseri’de yoğunlaşmasının nedeni Bülent Arınç ve Abdullah Gül’e yönelik mesaj da içeriyor mu bilmiyorum.
Ancak, günümüzdeki adliye ve polisin davranış kalıplarına bakınca, bu ihtimali de göz önünde tutmak gerekiyor.
Fethullah Gülen cemaatinin, İçişleri Bakanlığı ve adliyede bir “paralel örgüt” kurduğu iddiaları yeni değil.
Ergenekon tutuklamaları hızla sürerken ve bu arada gazeteci Ahmet Şık da henüz yayınlanmamış bir kitabı nedeniyle “Kitap bombadan tehlikeli olabilir” denilerek tutuklandığında bu köşede şöyle bir yazı yazmıştım:
“Bugün Fethullah Gülen isminin etrafında dönen tartışmaya su taşıyan hususlardan biri ve en önemlisi bu organizasyonun niteliği.
Said-i Nursi’yi anlatacak bir filmin çekimi sırasında yaşanan olayları Yeni Şafak’ta yayımlanan bir yazıdan yararlanarak sizlere daha önce aktarmıştım.
Filmi çekmek isteyen kişi cemaate yakın önemli birisine ulaşmış ve filmin finansmanına destek istemişti. Sonrasını da onun gazetedeki yazısından öğrendik.
Bir tür “mütevelli heyet” toplanmış, başka konularla birlikte bu konuyu da görüşmüş ve filmi desteklememeye karar vermişlerdi.
Yani ortada kendisine Fethullah Gülen’in izleyicileri sıfatını uygun görmüş bir grup var. Bu grubun gayriresmi bir yönetimi var. Bu grubun yönettiği, miktarı ve kaynağı belli olmayan bir bütçe de var.
Muazzam bir parasal kaynak bu ve bu kaynakla değişik işler yapılıyor, gazeteler basılıyor, televizyonlar idare ediliyor.
Bir adım ileri gidip bunun bu yönüyle bir “gizli örgüt” olduğunu bile iddia edebilmek mümkün.
Üstelik kamuoyunda yaygın kanaat bu cemaatin devletin kurumları içinde kadrolaşma çabası içinde olduğu, bunu bazı kurumlarda büyük ölçüde başardığıdır.”
Bu yazı 30 Mart 2011 tarihinde bu köşede yayımlandı.
O tarihte, bu cemaate “ne istedilerse veren” bir başbakan görev başındaydı.
Görevi, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nda yazılıydı; Anayasa’yı, kanunları gözetmekti.
Ama meğerse bunu yapmıyor, bir cemaatin devlet içinde devlet haline gelmesi için “ne istiyorlarsa” onlara veriyormuş. Makamsa makam, imkânsa imkân!
Hatta Amerika’daki cemaat liderine de sesleniyordu: “Gel artık, bitsin bu hasret” diye!
Fethullah Gülen cemaatiyle ilgili bu son operasyonlarda yine aklıma o günler geldi.
“Bilmiyordum” diyemez, bakın işte ben bunun bir tür gizli örgüt olabileceğini 2011 yılında alenen yazmışım!
Bir fantezi dünyasında yaşıyor olsaydık ne ilginç iddianameler yazılıyor olurdu!
Bizler de okur, hayretler içinde kalırdık.
Ama burası Türkiye. Kim güçlüyse, onun borusu öter!

Yazarın Tüm Yazıları