İlber Ortaylı

Divanhane’nin geleceği

14 Nisan 2024
Kasımpaşa’daki Divanhane, Deniz Kuvvetleri Yüksek Konseyi gibidir. Geniş bir binadır. Bakımı da son derece zordur. Şu ara zaten yeniden bir restorasyon geçirdi. Ne olacağı konusunda kamuoyunda tartışmalar sürmektedir. Divanhane’nin tarihçiler tarafından teklif edildiği gibi Deniz Kuvvetleri Müzesi olması uygundur. Çünkü Beşiktaş’taki Deniz Kuvvetleri Müzesi artık fonksiyonunu yerine getiremeyen bir yapı haline dönüşmüştür. Buraya nakli daha doğru olur.

Osmanlı zamanında denizcilerin yerleştiği bölge esas itibariyle Kasımpaşa, Dolapdere ve bugün maalesef Polat İnşaat’ın Piyalepaşa İstanbul adlı sitesinin ve Kasımpaşa Büyük Piyale Paşa Camii’nin yer aldığı bölgedir. Bu bölgenin mülki ve idari amiri de Kaptan Paşa’dır. Yani oradaki karakolhanelerde oturanlar adı üzerinde Yeniçeri karakollukçularının değil, doğrudan doğruya donanma leventlerinin ve onların başındaki ricalindir. Semtte de zaten ekseriyetle donanmaya mensup insanlar otururlar. Bu 19. asırda da böyleydi. Hatta bizim çocukluğumuzda ve gençliğimizde de birtakım bahriye subayları Kasımpaşa’da otururlardı.

TİPİK BİR OSMANLI MAHALLESİ

Kasımpaşa fakirin, zenginin okumuş ile okumamışın bir arada bulunduğu tipik bir Osmanlı mahallesidir. İstanbul’un en renkli yerlerindendir ve İstanbul’un her semti gibi onun da kendine has bir şivesi vardır. Bu şive daha çok birtakım argo kelimelerden de oluşur. Şaşılacak bir şey değil. Osmanlı donanması lügat olarak İtalyanca kullanırdı. O yüzden dilimizdeki birtakım İtalyanca kelimeler, donanma deyimleri gibi hayatımıza girmiş. “Façanı alırım”, “Bu işin raconu budur” gibi laflar da Kasımpaşa sayesinde Türk diline girmiştir. Yani “façanı alırım” yüzünü yırtarım demek; “bu işin raconu” doğrusu budur demek. İtalyanca “ragione”den gelir.

Divanhane’nin yerindeki Osmanlı Bahriye Nezareti diyeceğimiz bölümü ilk defa Cezayirli Hasan Paşa yeniden teşkil etmiştir. Daha evvelden burada kaptan paşalık yok demek değildir. Divanhane Bahriye zabitlerinin, amirallerin Kaptan Paşa başkanlığında toplandıkları Deniz Kuvvetleri Yüksek Konseyi gibidir. Donanmanın bütün zabitleri, ofisleri, mali bölümleri de orada bulunurdu. Geniş bir binadır. Bakımı da son derece zordur. Şu ara zaten yeniden bir restorasyon geçirdi. Şu an ne olacağı konusunda kamuoyunda tartışmalar sürmektedir. Osman Öndeş “Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Divanhane ve Bahriye Nezareti Müzesi” olarak tüm milletimize, devletimize armağan edilmesinin uygun olduğunu deniz tarihi alanında önemli bir uzman olarak söylemektedir.

Divanhane’nin tarihçiler tarafından teklif edildiği gibi Deniz Kuvvetleri Müzesi olması uygundur. Çünkü Beşiktaş’taki Deniz Kuvvetleri Müzesi artık fonksiyonunu yerine getiremeyen bir yapı haline dönüşmüştür. Üstelikte trafiği tıkamaktadır. Buraya nakli daha doğru olur.

Kaptan Paşalık yine adı üzerinde Kaptani Paşa yani Bahriye’de Bahriye kuvvetlerinin komutanı, Divan-ı Hümayun azası olan büyük amiralin ofisidir. “Kaptan Paşalık” ismi Sultan Abdülaziz devrinde kaldırıldı ve Bahriye Nezareti’ne çevrildi. Kayserili Ahmet Paşa ki Kaptan Paşa’ydı bu unvan ve isim değişikliğinden hiç hazzetmedi. “Bahriye Nazırlığı” gibi bir ismi istemediğinden darbenin taraflarından biri olduğu bile söylenir.

RASTGELE GELİŞİME TERK EDİLMEMELİ

Kasımpaşa İstanbul demektir.

Yazının Devamını Oku

Sandıktan ne çıktı

7 Nisan 2024
Seçmen profili değişiyor. Siyasete küskün olan gençlik bile iş belediye seçimine gelince daha çok ilgi duydu. Kadın belediye başkanları sayıca arttı; ama hâlâ oran Millet Meclisi’nin altında. Medya ve küçük istisnaisiyle kamuoyu ölçüm şirketleri Türk halkının gözünde yara aldı. Ümidimiz bu seçimde olumlu belirtileri görülen genel merkezlerin “Biz kimi istersek o aday olur, gösterdiğimiz aday da kim olursa olsun kazanır” sloganını unutmaları gerektiğidir çünkü abes zihniyet her tarafta ilk darbeyi yedi.

BELEDİYE seçimleri çok az kişinin umduğu kadar CHP’nin galebesiyle sonuçlandı. Bu sonuçtan ders alması gerekenler umumî söylemin aksine politikacılardan ve hükûmetten evvel sorumsuzca konuşan, propaganda yapan, kamuoyunu çocuk yerine koyan basın ve medyadır. Medya ve küçük istisnaisiyle kamuoyu ölçüm şirketleri Türk halkının gözünde adamakıllı bir yara aldı. Herkes daha dikkatli yazmak ve haber vermek durumunda.

İkincisi bürokrasiyi oluşturan nepotizmin (adam kayırmacılığı) çıkış noktası olmadığı anlaşıldı. Kimse Türkiye’yi kayırma ve yerleştirme yöntemleri ile ele geçiremez. Güney Amerika usullerinin eski bir imparatorluğun kalıntısında sökmeyeceği, önünde sonunda patlak vereceği açık. Eğer ciddi tedbirler alınmazsa doğacak sonuçların herkes altında kalır.

Şüphesiz ki seçimden galip çıkan parti dahil herkesin belediyelerin muhtariyetine saygı duyması gerekir. En başta belediye başkan adaylarını tayin etmekten genel merkezlerin vazgeçmesi şarttır. Eskişehir’de Büyükerşen Hoca’nın tasvibiyle adaylığa konan Ayşe Ünlüce Hanım ümit vadediyor. Tebrik ederiz. İnşallah selefinin yolunda, onun mirasını iyi değerlendirecektir. Nitekim Büyükerşen’in yarattığı kurumları ve manzarasıyla âdeta bir Orta Avrupa şehrine dönen Eskişehir’in bu niteliğinin kaybı çok acı tepkiler yaratır. Eskişehir’in gelişen hâli civar kasabaları da etkiledi, CHP’ye rey verenlerin sayısı arttı. Başarılı belediye olan Sivrihisar’da CHP az farkla kazandı. Fakat bu zamana kadar AK Partili belediye başkanı yaratıcı biçimde çalışmıştı.

ANKARA’YA ÜMİT VERDİ

Üçüncü kere Fatma Şahin Hanım Gaziantep Belediye Başkanı oluyor, olumlu ve yapıcı. Bana sorarsınız en olumlu yanı da belde başkanlarıyla çok uyumlu çalışması. Belediye seçimlerinin yükselen gerçek portresi Ankara Büyükşehir Belediye Başkanı Mansur Yavaş’tır. Küçük tarihî bir beldeyi diriltti, Ankara’ya da ümit verdi. Cumhuriyet’in başkentini sessiz sedasız reklamdan uzak bir biçimde daha iyi yerlere götüreceği açık. Seçimi şöhret değil hatta destek de değil çalışmak ve didinmek kazandırır. Safranbolu’da her dakika halkın içinde esnafın önünde turizmin getireceği olumsuz unsurları ustalıkla önleyen Elif Köse Hanım tekrar başkan. Antalya ikinci kere Muhittin Böcek Bey’i seçti. Aydın halkı her şeye rağmen tenkitleri dinleyen, eksikleri anında düzeltmeye çalışan Özlem Çerçioğlu Hanım’a belediye başkanı olarak güvenoyu verdi. Tokat belediye başkanlığına Recep Yazıcıoğlu valimizin oğlu Mehmet Kemal Yazıcıoğlu seçildi. Örnek, yaratıcı bir idareci ve güvenilir bir devlet adamı olan babasının mirasını devam ettireceği açık. Tokatlılar isabetli bir seçim yaptı. Bilecik Belediye Başkanlığı’na Melek Mızrak Subaşı seçildi. Bu güven oyudur. Kadın belediye başkanlarının sayısının artması yerel yönetimler için olumlu bir gelişme ve etkisi kısa zamanda görülecektir. Üsküdar, İstanbul Şehir Hatları A.Ş’nin başarılı eski Genel Müdüresi Sinem Dedetaş’ı seçti. İsabetli bir seçim, iyi çalışmalar...

YEREL DEMOKRASİYE DÖNÜŞ

İLK

Yazının Devamını Oku

Türk Tarih Kurumu

31 Mart 2024
Bizim Tarih Kurumu’nu taşıyacaklar. Lüzumsuz bir tasarruf. Biz aksine kendi kafalarımızda Türk Tarih Kurumu’yla Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni yan tarafta boşaltılan Olgunlaşma veya eski adıyla İsmet Paşa Kız Enstitüsü’nün binasıyla birleştirip Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin arkasındaki saçma sapan kısmı yıkıp Bruna Taut’un, Turgut Cansever’in Cumhuriyet mimarlarının özgün eserlerini bir arada Ankara Üniversitesi’nin Atatürk Bulvarı kampüsü gibi Beşerî Bilimlerin beynelmil, unutulmaz bir merkezî olarak planlamıştık. Şimdi ise bu dala el atanlar daha başka yapmışlar. Şehrin ta dışında kutup yıldızı gibi beş köşeli bir bina yapmaya başlamışlar ki bana kalırsa hiçbir işlerliği olmadığı temininden belli oluyor.

TARTIŞMASI bile lüzumsuz. Târîh-i Osmânî Encümeni’nden sonraki kademeyi temsil eder. Târîh-i Osmânî Encümeni bir mecmua çıkarırdı. Yapabildiği şey bazı metinleri yayımlamaktı. Şüphesiz ki Arap harfleriyle yetişen nesiller ve Osmanlıca dediğimiz bürokratik dili bilenlerin daha fazla şeyler yapmaları ve geliştirmeleri mümkündü ama bu saygın faaliyetler bugün Türkiye’deki genç kuşak tarihçilerin yaptıklarıyla mukayese edilemeyecek durumdadır (sayı olarak, devir olarak, araştırma alanı olarak).

Âsâr-ı Atika Müzesi, Osman Hamdi Bey ve yardımcıları arkeolojik kazı yapmışlardır; bunu biliyoruz. Mesela Aziz Bey’in kızı sonraki Perge’nin kazıcısı Prof. Jale İnan’dır. Dolayısıyla ikinci kuşak arkeologlardan bahsederken çok küçük bir grup da olsa Türkiye’de tarihçilik bakımından üzerinde durmalıyız. Ama şurası bir gerçek ki Türkiye’de kazıları genişleten, bu kazıları üstelik filolojik materyalleri değerlendirerek gerçekleştiren kurum evvelen Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi ve onun yanıbaşında İstanbul Edebiyat Fakültesi’ydi. Bugün artık Yunan-Roma alanında epigraf yetiştirmek, Hititoloji dalında tanınmış uzmanlar yetiştirmek ve Sedat Alp gibi bir Hititolojinin babasından söz etmek mümkündür. Bütün bu faaliyetin içinde 15 Nisan 1931 tarihinde kurulan Türk Tarih Kurumu’nun rolü başta gelir.

ANADOLU SELÇUKLU MEDRESELERİNDEN ESİNLENDİ

Benim ilk gençliğimde bu kurum, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin birinci kattaki konferans salonunda çalışırdı. Genel sekreter ve birkaç memur bitişikteki odadaydılar. TTK’nın unutulmaz kütüphane müdürü ve gerçek anlamda bir kütüphaneci olan merhume Mihin Eren Lugal müdire olarak yardımcılarıyla birlikte orada otururdu. Kütüphanenin bastığı eserler fakültenin bodrum katında sergilenir, satışı oradan yapılırdı. Müracaat kitapları salonun içindeydi. Seneler sonra yan tarafta millî mimarimizin önemli simalarından Turgut Cansever’in Anadolu Selçuklu medrese modellerinden esinlenerek yaptığı ve sonraları iyi ve kötü taklitleri çokça görülen bir mimarî üslupta bina ortaya çıktı. Cansever hakiki bir sanatçıdır. Binanın hiçbir köşesi lüzumsuz ve hiçbir köşesi de ihtiyaca cevap veremeyecek kadar aciz değildi. Hatta çalışma odalarındaki raflar, masa ve sandalyelerini bile tersim etmişti. Bunlar bugün yok olmuştur, nereye gittiğini çok merak ediyorum. Çünkü bence hakiki sanat eserleriydi. İddialı boyutları olmayan ama göze çarpan, tevazularında ihtişam olan çalışma masaları.


Türk Tarih Kurumu Başkanlığı Binası

Türk Tarih Kurumu dört yılda bir yapılan kurultayları dışında 1960’lardan sonra beynelmilel konferanslara da açıldı.

Yazının Devamını Oku

Üniversitelerimiz

24 Mart 2024
2018-2022 yılları arasında 1 milyon 967 bin üniversite öğrencisi okulu bırakmış. Burada bütün kusur YÖK’ün kontenjanları artırıp talebelerin eğitim hayatını zorlaştıracak bir sorumsuzlukla haddi aşan bir kapasiteyi yüklemesidir. İkinci sorumluluk tabii ki YÖK’ü aşar; malî imkânı bulunmayan öğrenciler hayatın zorluğu karşısında devlet üniversitelerinden ayrılıyor. Çözüm açık; ama onu yürütmeye niyet var mı?

TÜRKİYE’nin 2018-2022 yılları arasındaki beş yıllık yüksek eğitim istatistiklerine göre; bu süre içinde 1 milyon 967 bin üniversite öğrencisi okulu bırakmış. 2015 yılında 98 bin öğrenci üniversiteyi bırakırken bu sayı beş yıl sonra 390 bin hemen hemen 400 bin oldu. Son yıl, yani 2023’te ise sayının daha da artacağına dair işaretler var. Hazin bir tablo... Bunun birinci nedeni ise YÖK’ün üniversitelerin kontenjanını popülist bir politikayla devamlı artırması.

Meslektaşlarımıza bir noktayı anlatamıyoruz; zekâ ve gayret bir ana babanın dört çocuğu arasında bile aynı olmaz. Birisi ne yapsan etsen tırmanır işini yapar, öbürüne yalvarsan da tam anlatamazsın. Buna karşılık hiçbir çocuğunuzu felakete bırakmanız gerekmez. Birisi matematik şampiyonudur, biri müzik. Öbürü ise kabiliyetini keşfedersen eline aldığı çekiç, keski ile harikalar yaratan bir marangoz olur.

ELİT KAVRAMI

Türkiye’de elit (seçkin) kavramı çok değişik. Paralı insanların ehliyetsiz araba kullanan çocuğunu bu gruba sokuyorlar. Çocuklarıyla üst sınıf üyeliklerini devam ettirmeye çalışıyorlar. Seçkin olmak için bürokrasinin üst kesimlerinde oturacaksın. Bir ilkokul öğretmeninin harikalar yaratacağına, insanların zihninde yer edeceğine inanmıyorlar. Bu mutlaka üniversite hayatının parlak hocalarından biri olmalıdır. Bana ve kime sorsanız hayatımızın en önemli ve başarılı öğretmenini ortaokul sıralarından, lise sıralarında gördüklerimizden seçeriz. Bana göre en seçkin ve becerikli insanlardan biri rahmetli döşemeciler kahyası Hüsnü Usta’dır. Zanaatına getirdiği teknik ilaveler ve yaptığı eserler hâlen hatırlardadır; “Hüsnü Usta dikişi” gibi. Bu beynelmilel sosyolojide Gaetano Mosca ve Vilfredo Pareto elit teorilerinde de belirlenen bir durumdur. İş bölümüne göre sınıflanan dikeyine sınıfların üstündeki insanlar seçkini meydana getirir.

Türkiye halkının iyi çocuğun hukuk fakültesinden çıktığına dair sabit fikrini değiştirmesi lazım. Sayısı 200’e yaklaşan hukuk fakülteleriyle gülünç bir rekor düzeyindeyiz. Bu, Avrupa’daki en yüksek üniversite sayısıdır. Bu rapora göre talebe terkinin yaygın olduğu ilk 25 üniversitede özel okullar pek göze çarpmıyor ama kuyruk aşağı doğru indikçe çarpacaktır. Hazin olan bu değil; ilk 25 üniversitenin içinde Anadolu Üniversitesi 78 bin, sonra 65 binle Antalya Akdeniz Üniversitesi, Ankara Gazi Üniversitesi ve İstanbul Üniversitesi geliyor. Marmara Üniversitesi, Ege Üniversitesi, Dokuz Eylül Üniversitesi ve İzmir Ege de üst sıralarda.

Görüşümü bildireyim; Anadolu Üniversitesi iyi bir kurumdur, Gazi Üniversitesi de pekala yetiştirdikleriyle bürokraside ve özel sektörde göze çarpıyor. Antalya Akdeniz Üniversitesi ise tıp fakültesi, tarih ve arkeoloji bölümleri ile sınırları aşan bir şöhrete sahip. Ankara Üniversitesi’ne de denecek yok. Marmara ve Ege Üniversitesi de gidiyor.

Yazının Devamını Oku

Seçimler

17 Mart 2024
Türk halkı, devlet görevlileri, hatta okumuşlar ve çok “liberal” aydınlar bile yerel seçim ve belediyenin bir halkın hayatı, yaşam kalitesi, siyasi terbiyesi için ne kadar muhterem ve muhteşem bir olay olduğunu bilmiyorlar. Bir şeyi unutmayalım, partiler için referandum yapmıyoruz. Yaşadığımız belediyelerin reislerini seçiyoruz.

MEMLEKETİMİZDE belediye seçimleri Meclis seçimlerinden daha eskidir. Tanzimat döneminde belediye meclisleri ve Tanzimat Fermanı’yla eşzamanlı olarak teşkil edilen, vergi toplamak için teşkil edilen mali işlemleri yürüten sadece memurlar ve idarecilerin değil mahallî temsilcilerin üye olduğu “muhassıllık meclisleri” seçim ananesini meydana getirir.

İlk seçimlerde sandık usulü uygulanmazdı. Meclise girecek adaya rey verenler bir tarafa vermeyenler öbür tarafa toplanırdı. Zamanla seçim alışkanlığı değişti. İstanbullular ise bu gibi seçimleri hiç tanımazlardı. 1877 yılında ilk Meclis-i Mebusan’da Vilayet ve Belediye Kanunu müzakere edilirken Anadolu mebusları “Biz bidayeti Tanzimat’tan beri seçim içindeyiz, İstanbullular daha bu işi ilk defa tanıyorlar, seçim konusundaki teklifleri ve görüşleri bu yüzden de pek isabetli değildir” demeye getiriyorlardı.

BELEDİYE İNSANLARIN HAYATIDIR

Bugün Türk halkının hâlâ belediye seçimlerinde, kimse gücenmesin ama rey vermeyi ve belediyeciliği anladığını söylemek mümkün değildir. Kitlenin bu konudaki lakaydisi veya yanlış yönelimi büyük ölçüde politikalarımızı, yani kanun yapanları ve merkezî idari teşkilatının başındaki siyasileri de içerir. Türk halkı, devlet görevlileri, hatta okumuşlar ve çok “liberal” aydınlar bile yerel seçim ve belediyenin bir halkın hayatı, yaşam kalitesi, siyasi terbiyesi için ne kadar muhterem ve muhteşem bir olay olduğunu bilmiyorlar.

Yeryüzünde eski Yunan, Roma demokrasisi bir yana monarşilerin hükmettiği Ortaçağ Avrupa’sında fakir şehirlerin belediyeleri 15. asırdan beri işin başında bağlı bulundukları imparator, kral veya grandüklerden kısa zamanda koptular. Şehirler hür fakat fakir yerlerdi: “Havası insanı özgürleştirirdi.”

Doğu Avrupa ülkelerinde belediyecilik bu derecede demokratik bir yapıya sahip değildi. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonraki sosyalist Avrupa ülkelerinin belediye yapılanması da şüphesiz Avrupa’nın 1000 yılık geleneğine uygun olaylar değildi. Ama Hitler Nazizmi gibi korkunç bir rejime ve İspanya’da Falanjişmin militan davranışa rağmen hem orada hem İtalya’da belediye hayatının merkezî hükümete itaat ve idarî anlayışı bakımından farklı olduğu açıktır. Belediye insanların hayatıdır; onun için mühimdir. En son taviz verilecek bir daldır.

İkinci Dünya Savaşı’nı izleyen yıllarda Fransa, İtalya gibi ülkelerde hatta tuhaftır ki Solingen gibi şehirlere bakarsanız Batı Almanya’da bile komünizm korkusuyla sağ partilerin parlamentolarda ekseriyeti almasına rağmen, belediye seçimlerinde keyfiyet değişikti. Yukarıda sözünü ettiğimiz Solingen şehrinin komünist belediye reisi vardı. Fransa ve İtalya’da bu olay daha yaygındır.

Yazının Devamını Oku

Hilafetin kaldırılması

10 Mart 2024
1924 yılı Mart ayında Türkiye Cumhuriyeti milletini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla son halifeyi makamından indirmiştir. Hilafet doğuşu, varoluşu ve kaldırılışıyla her safhasında çok özgün bir kurumdur. Hilafet var olduğu sürece ismi ve sahip olanın iktidarı ölçüsünde etkilidir. Bu statü bittiği zaman tekrar ihdası olmayan bir nadide kristal vazo gibidir. Bugün için hilafet avdeti mümkün olmayacak lüzumsuz bir kâbustur.

TAM yüz yıl önce 3 Mart 1924 tarihinde “Hilafetin ilgasına ve Hanedanı Osmani’nin Türkiye Cumhuriyeti memaliki haricine çıkarılmasına dair” kanunla Osmanlı hilafeti resmen lağvedildi. Hilafet doğuşu, varoluşu ve kaldırılışıyla her safhasında çok özgün bir kurumdur. Varoluşu itibariyle İslam milletlerinin hilafeti yaşanan bir olgudur. Uygulanışı ve meşruiyyeti “sui generis”tir; yani kendine özgüdür.

Müslümanın inancında Kur’an-ı Kerim’de hilafet Hz. Adem ve Hz. Davud için vardır. Hz. Adem insanların atasıdır. Allah’ın adını, varlığını ümmete öğretendir. Hz. Davud peygamber hükümdardır. Kavram ve hüküm böyledir. Bunun dışında; halifenin nasıl seçileceği, nasıl tayin edileceği vahyin konusu olsa da Müslümanların kendi doktrinlerine, içtihadlarına ait olmuştur. “Bütün ümmetin başında bir halife mi olacaktır, birkaç tane mi?” bu konu da sahih değildir. Nitekim pratikte de aynı anda birden çok halifenin olduğu bir gerçektir. Halife kimler arasından tayin edilecektir? Hz. Muhammed’in soyuna, kabilesine mi aittir; yani Kureyş’ten mi gelir yoksa sadece Hz. Muhammed’in ehlibeyti yani ailesi ve ahfadıyla halife Kureyş dışından bir kabile ve topluluktan olabilir mi?

Son Halife Abdülmecid Efendi

Pratikte en uzun hükmeden halifelerin Kureyşli olmadığı malumdur. Sözünü ettiklerimiz Türk hükümdarlardır. Seçimle mi gelir, yoksa veraset sistemiyle bir soyda mı devam eder? İlk dört halifenin seçimi dışındaki üçünün suikastla görevleri sona ermiştir. Hanedanlar önce Emevî ve Abbasi soyu arasında, bilahare peygamber soyundan olduğunu iddia edenler arasında (Fatımiler gibi) ve nihayet bu soydan olduğu sahih olan halifelerin başkasının vesayeti altında görevlerini devam ettiği görülür. (Abbasi halifelerinin Mısır Memlükleri veya Buveyhîler ve Selçukluların yanındaki durumu gibi.)

Daha Emevîlerden itibaren bugünkü İspanya’ya; yani Endülüs’e çıkan Müslümanlar Emevi ailesinin bir kolunu orada halife olarak ilan etmişlerdir. Endülüs’ün Emevi halifeleri hem Şam’daki Emevilerin bilahare de Abbasîlerin yanında bu görevi görmüştür. Her zaman için Mısır’daki Fatımilerin karşısında başkaları da vardır. İran halifelik ismini kullanmadıysa da İran’ın tarihteki hükümdarlarının; yani Akkoyunlular, Safeviler, Kaçarlar gibi Türk hanedanlarının halifelik iddiasında değilseler de Osmanlı hilafetiyle hiç barışık olmadıkları ve ayrı bir statüde hükümdarlıklarını devam ettirdikleri bellidir.

EN UZUN SÜRE OSMANLI DEVAM ETTİRDİ

Ama şunu açıkça söylemek lazım; Osmanlı soyu hilafeti en uzun süre devam ettiren, daha da önemlisi Emevîlerden sonra idare ettikleri topraklarda mutlak bir merkeziyetçi hâkimiyetle bu statüyü koruyan sülaledir. Kronolojiye baktığımız zaman aksine zaman aralıkları çıksa da ne Emevîlerin ne Abbasîlerin hâkimiyetleri boyunca Osmanlı iktidarının coğrafi ve idarî bütünlüğüne kavuşamadıkları da acıktır.

1924 yılı Mart ayında Türkiye Cumhuriyeti milletini temsil eden Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla son halifeyi makamından indirmiştir.

Yazının Devamını Oku

Fatih Sultan Mehmed Han operada

3 Mart 2024
Gioachino Rossini “Maometto II veya Maometto secondo” adlı operasında, Eğriboz valisi Erisso’nun kızı Anna ile Fatih’in kendi kimliğini gizleyerek başladığı bir aşk hikâyesini ele alıyor. Tabii farazidir. Ankara 1990’lardaki ilk temsilinden sonra şimdi İstanbul’daki Devlet Operası’nın yeni atılımları içerisinde yer edecek bir olay başlattı. Özgün, dünyaya hitap eden bir performans ve sahneleme söz konusu.

Fatih Sultan Mehmed Han Türklerin büyük mareşallerinden. Türk tarihinde büyük komutanlar ve fatihler var. Ama bunların içinde en özgün bir deha; 15. asırda Batı ve Doğu dillerinden Arapça, Farsça, Eski Yunanca ve İtalyancayı rahatça kullanan, okuyan, yazabilen bir kişilik şarkta ve garpta yoktu.

Batı’nın Rönesans aydınları eğer ilahiyatla meşgulse bazen İbranca bilirlerdi. Eski Yunanca henüz öğrenilme safhasındaydı. Her aydın kişi bilmezdi. Büyük ölçüde yerel milli dillerden bir ikisi ve Latincenin klasik kaynaklarla düzeltilmişi, zenginleşmişi, yani “Latina Vulgata” denen Orta Çağ Latincesini terk ederek daha rafine bir Latince öğrenmek özellikti. Pico della Mirandolo gibi bir Floransa aydını ve Reuchelin gibi reformist de çok renkli Doğu-Batı külliyatına sahip değildi.

Fatih bu dilleri bilirdi (Yunanca, İtalyanca, Farsça, Arapça). Minyatürcü bir cemiyette Batı resmini tanıyan, bu alanda eksik kalsa bile bir eğitimi olan, matematik ve astronomide bilgi sahibi biriydi. Orta Asya Rönesansı’nı Türkiye’ye taşımaya gayret ediyordu. 21 yaşında İstanbul’u fethetti. Bu önemli bir tarihî olaydı. Fethin en göze batan tarafı Batılıların geliştirdiği ateşli silahları bile kullanamadıkları bir dünyada ateşli silahları etkinlikle ve yoğunlukla kullanan, top döktüren bu anlamda 15. asır için modern sayılan bir ordunun komutanıydı.

Türkler Asya’nın içlerinden geldiler. 13. asırda denizcilikle tanıştılar ama artık Kuzey Ege adalarını fetheden, Yunanistan kıyılarında Eğriboz’un (Évvoia veya Venediklilerin Negroponte’si) 1470 yılında fethinde bir deniz seferi komutanı da oldu. Bu konuda Türkiye’nin henüz hamleler yapması gerekiyordu. Parlak başlangıç onundur. Bizim millet Fatih Sultan Mehmed’in birçok meziyetine dikkat bile etmemiştir. Hele o tarihlerde ne askerlerimiz ne de vakanüvislerimiz bu özelliklerinden bahsetmez.

FARAZİ BİR AŞK HİKÂYESİ

İtalya ise hep Doğu Akdeniz’deki ikbalini sarsan kuvveti merak etti. Gioachino Rossini bu merakını saygı derecesinde ifade etmiştir. Fetih sırasında bir efsaneyi “Maometto II veya Maometto secondo” adlı operasında ele aldı. Eğriboz valisi Erisso’nun kızı Anna ile Fatih’in kendi kimliğini gizleyerek başladığı bir aşk hikâyesini ele alıyor. Tabii farazidir. Karşımızda Türk senyörlerinin aşk ve âlicenaplık bileşimi içinde bir tarifi daha söz konusu. Mozart’ın “Saraydan Kız Kaçırma” operasından ve benzer eserlerden, Beyazid ve Timur ile Muhteşem Süleyman Batı operasının meşgul olduğu tarihî portrelerdi.

Rossini’nin “Maometto II veya Maometto secondo” adlı bu eseri ilk önce Napoli’de San Carlo tiyatrosunda temsil edildi. Bir iki temsilden sonra 20. yüzyılda tekrardan prömiyeri yapıldı. Ankara 1990’lardaki ilk temsilinden sonra (ki libretto Türkçeydi) şimdi İstanbul’daki Devlet Operası’nın yeni atılımları içerisinde yer edecek bir olay başlattı.

Yazının Devamını Oku

Kitle ve tarih bilgisi

25 Şubat 2024
Türkler tarihi yapan ama yazamayan, muhteşem tarihin girdapların, karanlık yollarından alnının akıyla çıkan ama bugün bunu aynı kesinlik ve başarıyla tartışamayan, günlük kaba siyasete tarih bilgisini alet ederek sözde tezler ileri süren bir toplum hâline dönüşmüştür. Milli Eğitim Bakanlığı’mızın tarih derslerini eskisi gibi tekrar geniş bir müfredat ve ustaca bir üslubla gençliğe aktarması gerekir.

Türk halkının tarih kirlenmesi yaşadığı tartışılmaz bir görünümdür. Kitle iletişim araçlarının doğru düzgün tarihî belgeler, belgesel filmler ortaya koymaması, tiyatro ve sinemamızın tarih temelli dramaya yeterince ve başarılı bir biçimde eğilmemesi sorun yaratıyor. Bu konulara eğildikçe de halkımızın ilgisi artıyor. Zira toplum tarihini sadece tarihçilerin kitaplarını okuyarak öğrenmez. Bu kaynak hatta azınlığa hitap eden bir kaynaktır.

YAŞANMAMIŞ OLAYLARLA TARİH YAZIYORLAR

Türkiye Devleti’nin tarihî idarî yapısı, kültürel dokusu üzerinde maalesef söz kahvehaneye düşmüştür. Kasaba kahvehaneleri yanlış bilgi öğreten, anakronik tartışmaların yaşandığı yerlerdir. Buralardan yetişen gençliğin doğru dürüst bir tarihe dayalı toplum analizci bir yaklaşıma sahip olması mümkün görünmüyor. İş başından zorlaşmaktadır. Politikacılarımız da tıpkı ekseri sermaye sahipleri gibi çok kısa zamanda yükselen, hayatta böyle bir göreve uzun boylu hazırlanamamış kimselerdir. Söylemlerde, münakaşalarda bu açıkça ortadadır.

Yaşanmamış olaylarla yeniden bir tarih yazılmaktadır. Övgülerin ve tenkitlerin ölçüsü yoktur. Batı tarihçiliğinin esasını teşkil eden yazılı belgeler, ispatlı çağdaş gözlemler, evrakın da buna göre tasnif ve muhafazası gibi âdetler pek göze çarpmıyor. İslam alemi tarih ve coğrafya bilgi ve meali bakımından hicri 5. asrın gerisindedir. Daha doğrusu tarihyazımı çağımızda bu ülkelerde henüz gelenekselleşememiştir. Politik nutuk ve söylemlerde bu kendini aksettiriyor. Reaksiyonların dahi çoğu fiilin ve söylemin kendisi kadar dehşet vericidir. Oysa Türk halkının tarih bilgi ve şuuruna sahip olması kaçınılmaz bir gerekliliktir. Bu gerekliliğe itaat etmediğimiz takdirde ne demokratik zihniyetimiz ne de demokratik kurumların işleyişinde bir sağlık göze çarpabilir.

İnsanlar her şeyi merak ediyorlar. Nüfus kayıtlarımızın doğru düzgün olmadığı açık. Buna rağmen soyla sopla uğraşmalar hızla ve merakla gidiyor. Bu tarz bir girişimle boş konuşanların soyları araştırılırsa karşılarına hoş sonuçlar çıkmayabilir.

Milli Eğitim Bakanlığı’mızın tarih derslerini eskisi gibi tekrar geniş bir müfredat ve ustaca bir üslubla gençliğe aktarması gerekir. Çünkü bugünkü nesiller uğrunda kavga etmeye hazırlandıkları sloganlar hakkında en küçük tutarlı bilgiye sahip değiller. Vaziyet vahimdir.

TÜRKLERİN İMPARATORLUĞU TÜRKLERİN CUMHURİYETİ

Yazının Devamını Oku