Gamze Cizreli

Dayan ki; her gecenin mutlaka bir sabahı var!

18 Kasım 2012
Dayan be gönlüm biçare değilsin,

 Yaradan sana yâr.
 Biliyorum sığmazsın hiçbir yere,
 Dünya sana dar.
 Ama dayan gönlüm,
 Dayan ki; her gecenin mutlaka bir sabahı var...
 
 Ne kıymetlidir bu sözler...

Yazının Devamını Oku

Michelle seni hiç bu kadar sevmemiştim!

11 Kasım 2012
Geçen hafta perşembe sabahının erken saatlerinde televizyonun karşısında hüngür hüngür ağlıyordum. Oğlanların şaşkın bakışlarına da hiç aldırmadım.

Gözümü ekrandan ayırmadan içimi çeke çeke ağladım.
Bütün dünyanın tartışmasız en büyük gücü Amerika’nın başkanlık seçiminin sonucunu izlerken büyük bir duygu patlaması yaşadım.
Niye ağladığımı da bilmiyorum.
Romney’in zafer konuşmasını çöpe atıp, gözleri dolu dolu Obama’yı tebrik etmesine, kendisine hep destek olacağına söz vermesine mi?
Yoksa Obama’nın sadece kendine oy verenlere değil, dil, din, ırk, renk gözetmeden tüm “Amerikan Ailesi”ne sevgi ve tevazu dolu bir üslupla seslenmesine mi?
Amerika’nın sorunlarını iki rakibin birlikte çözme yolundaki adımlarına mı?
Belki de Romney’in “ Hayatımın aşkı Ann... Mükemmel bir First Lady olurdu” derken, Obama’nın milyonların önünde eşinin gözünün içine bakarak:

Yazının Devamını Oku

Gezip görmek gibisi yok!

4 Kasım 2012
Ülkemizin her köşesini keşfetmenin, dünyadaki farklı coğrafyaları gezmenin, yeni kültürler, inanışlar, yaşam tarzları ve en önemlisi yeni lezzetleri keşfetmenin tadı hiçbir şeyde yok.

Bunca işin gücün arasında nasıl zaman bulunur demeyin, isteyince gayet de güzel oluyor.
Bir önceki yazımda da belirttiğim gibi, bayramda Vietnam-Kamboçya’daydım.
Uçuşumuz Bangkok üzerinden 12 saate yakın sürdü. Böyle uzun uçuşlarda en büyük keyfim müzik dinleyerek sevdiğim bir kitabın sayfaları arasında kaybolup gitmek.
E tabii, telefon yok, arayan soran yok, saatlerce kendi kendimle kalabiliyorum.
Ama bu sefer yolculuğum bir başka keyifliydi.
Yola çıkmadan önce “Orhan Gencebay ile Bir Ömür” albümünü eklemiştim listeme. Orhan Baba’nın bugüne kadar efsane olmuş tüm şarkıları Emel Sayın’dan, Nilüfer’e, Mustafa Sandal’dan, Candan Erçetin’e, Sezen Aksu’ya kadar çok önemli sesler tarafından yorumlanmış.Tüm yol boyunca defalarca dinlediğim albümle tam bir zaman yolculuğuna çıktım...
Orhan Baba’ya yakışır, çok anlamlı ve keyifli bir albüm olmuş.

Yazının Devamını Oku

EVLERDE MATMAZEL ŞIKLIĞI

21 Ekim 2012
Bu aralar İstanbul’da, Ankara’da ziyaret ettiğim arkadaşlarımın çoğunun evinde aynı görüntüyle karşılaşıyorum: Üzerinde şahane kadın yüzleri olan rengarenk yastıklar...

O kadar güzeller ki! Benim kanepeye de ne güzel yakışır diye düşünürken bir anda hatırlayıverdim; o figürler herkesin Aşk-ı Memnu’ daki “Matmazel” rolüyle tanıdığı Zerrin Tekindor’un çizimlerinin ta kendisi! Resimle ilgilenenler çok iyi bilir; Zerrin Tekindor, oyunculuğunun yanı sıra aynı zamanda çok da iyi bir ressam. O kadar canlı, modern ve estetik figürler yaratmış ki...
Onun bu eserlerini ustalıkla yastıklara uygulayan isim ise Aysun Berkant.
Aysun’dan daha önceki yazılarımda da bahsetmiştim. “Bobo Bourgeois” markasının kurucusu, bez torba akımının yaratıcısı. Hani naneyi, dereotunu, rokayı; kısacası yeşil salata malzemelerini bir hafta taze tutan “Ot Torbası” ndan da bahsetmiştim. İşte onun da yaratıcısı. Benim de uzun süredir çalışmalarını hayranlıkla takip ettiğim Aysun, şimdi ürün yelpazesini genişletmiş; doğal ve çevre dostu ürünleriyle Zerrin Tekindor’un muhteşem çizimlerini birleştirip çok güzel yastıklar yapmış. İnternete girip bütün ürünlerine baktım, hepsi birbirinden güzel! Sizin de mutlaka bir göz atmanızı tavsiye ederim.

Bu sefer çok uzaklarda geçireceğim bayramı 
Zaman ne kadar da hızlı geçiyor! Yazarken daha net fark ediyorum. Bir bayram daha geldi hiç farkına varmadan… Önceki kurban bayramı yazımı daha dün yazmış gibiyim…
Ankara’da çok geleneksel bir bayram geçirmiştik. Alicim bütün giymediği kıyafetlerini paketleyip Van’daki arkadaşlarına yardım için göndermişti. Hep beraber bizim evde toplanıp bayramlaşmış, kavurmamızı yemiştik.
Bu sefer çok uzaklarda geçireceğim bayramı. Vietnam - Kamboçya’ya gidiyorum.

Anne orası nasıl bir yer

Yazının Devamını Oku

Radyo Evi mi, BM Ofisi mi?

14 Ekim 2012
Güzel haberlerim var bu hafta.

“Birleşmiş Milletler Toplumsal Cinsiyet Eşitliği ve Kadınların Güçlendirilmesi Birimi” bölge ofisi İstanbul’da kuruluyor. Birleşmiş Milletler bünyesinde çalışan ve kısaca “UN Women” olarak adlandırılan birim, toplumsal cinsiyet eşitliği, kadına bakış açısı ve kız çocuklarına yönelik ayrımcılığın önlenmesi gibi çalışmaları yürütecek. İstanbul da bu sayede Avrupa ve Orta Asya’da yaşayan tüm kadınların sorunları ile ilgili çalışmalara ve uluslararası konferanslara ev sahipliği yapacak.
Fakat ortada bir sorun var. Ofisin TRT İstanbul Radyosu binasında kurulması planlanıyor ve tarihi radyo evlerini vermek istemeyen TRT çalışanları haberi aldıklarından bu yana eylemler yapıyor, bu karara şiddetle karşı çıkıyor. Normal olarak da akıllara ilk şu soru geliyor;
“İstanbul’da bu ofisin kurulabileceği başka bina yok mu?”
Umarım bu yer kavgası bir an önce çözüme kavuşur ve İstanbul bir an önce kadınlarımız için çalışmaya başlar.
Türkiye’nin kadın politikasının oluşturulmasında çok etkin ve ülke açısından da çok prestijli olan bu girişimi gerçekleştirdiği için Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı ve Dışişleri Bakanlığı’na sonsuz teşekkürler...

 Teşekkürler Ümit Boyner

TÜSİAD’da yeni başkan adayının Muharrem Yılmaz olduğunun açıklanmasıyla, Ümit Boyner’in üstlendiği kadın başkanlığı dönemi de sona ermiş oluyor. Bir kadın olarak bu görevi başarıyla tamamlamasının yanında, derneğin en zor zamanlarında kattığı üstün emek ve güçlü duruşu ile bütün kadınlara örnek oldu Ümit Hanım. Tebrikler!  

Yarımdan Bir Olmaz

Yazının Devamını Oku

Köpekle Mantar Avı!

7 Ekim 2012
Geçtiğimiz hafta bir sonbahar masalı yaşadım.

Bu masal İtalya’da Toscana’nın kuzeyinde Piedmont bölgesinde, tepelerden aşağıya inen sıra sıra üzüm bağlarının nefes kesen pastoral manzaralarında yaşandı. İyi yemek peşinde tüm Türkiye’yi ve dünyayı gezen, damağına düşkün bir grup, bu sefer de bu bölgeye, beyaz trüf toplamaya gittik.
Farklı bir aroması ve inanılmaz etkileyici bir tadı olan trüf çok nadir bulunan ve değerli bir mantar türü. Beyaz trüfün dünyada en fazla yetiştiği yer de bu bölgede Alba şehrinin civarındaki köyler olunca, lezzet peşinde koşan insanlar ekim, kasım aylarında bu bölgeye akın ediyorlar.

ÇIKTIK BAHÇELERE BAĞLARA

Biz de aldık yanımıza eğitimli av köpeklerini çıktık bahçelere, bağlara... Köpeğimiz keskin koku alma duyusuyla bize mantarın bulunduğu yeri gösterince, biz de elimizde minik kazmalarla trüfü parçalamadan çıkarmak için toprağı özenle kazdık. Bu arada toprağın altındaki trüfü daha rahat bulabilmek için aromaların yoğun hissedileceği gece yarısından sonra, ya da sabah erken saatler tercih ediliyormuş.

DEĞERLİ LEZZETLER

Sonuçta hepimiz birer küçük parça mantar çıkartmayı başardık. Demeyin ki o kadar yolu bir parça beyaz trüf çıkartmak için mi gittiniz?! Ekşi maya, sarımsak ve rutubet karışımı bir tada sahip olan trüfün kilosu altınla eşdeğer. Makarnaların üstüne ancak 2-3 gr rendeleniyor!
Gastronomik açıdan değerli lezzetlerin yetiştiği bu bölgenin tüm dünya tarafından bu kadar ilgi görmesinde Slow Food hareketinin de büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Slow Food, 150’den fazla ülkede bulunan destekçisiyle hızlı yaşam ve Fast Food yeme alışkanlığının tekdüzeliğinin aksine, iyi, adil ve sağlıklı yemeğin zevkini toplumlara aşılamayı amaç edinen bir hareket. Yerel tatların ve geleneklerin farkındalığına varmak isteyen destekçileri de lezzet peşinde dünyanın dört bir yanını geziyorlar.

Yazının Devamını Oku

Eylül sezonu dizi sezonu!

30 Eylül 2012
Yaşasın dizi sezonu başladı! Uzun kış akşamlarında en büyük keyfim tartışmasız battaniyenin altına girip sevdiğim dizileri izlemek!

EYLÜL sonu itibariyle baktığımda “Muhteşem Yüzyıl” bu sezon da reyting tahtının en kuvvetli adayı. Saraydaki entrikaları keyifle izlerken o dönemin tarihine ışık tuttuğu için de önemsediğim diziyi aynı heyecanla izlemeye devam! Diğer favorilerime gelince:

1. Bu sezonun en iddialı dizisi bana göre “Veda”. Kadroda Mehmet Aslantuğ’u görünce zaten “tamam” dedim. Bir de hikaye Ayşe Kulin’in “Veda” isimli romanından uyarlanıp, üstüne dizinin müziklerini de Zülfü Livaneli yapınca herkesi ekran başına toplayacağı aşikar. Romanı okuduğum için hikayeyi çok iyi biliyorum ama “Aşk-ı Memnu” yu da bildiğimiz halde dizisini soluksuz seyretmedik mi?
Bu sefer hikaye Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde, işgal altındaki İstanbul’da bir konakta yaşananları anlatıyor.

 2.Son iki yıldır çoğunlukla gözyaşları içinde izlediğim en favori dizim “Öyle Bir Geçer Zaman ki” bu sezon beni hayal kırıklığına uğrattı. Ali kaptansız, Aylin-Soner aşkı olmadan, hele ki küçük Osman’sız dizinin tadı kalmamış. Anladım ki bir dizinin ömrü iki yıl. İki yıldan sonra hikayede tekrarlar başlıyor, gereksiz uzatmalara gidiliyor. Oyuncular doğal olarak yeni projelerde, farklı rollerle kariyerlerine devam etmek istiyorlar. O zaman da dizi tüm cazibesini yitiriyor. Mesela Ali kaptan Erkan Petekkaya bu sezon “Dila Hanım” la çıktı karşımıza. 1977’de Dila Hanım’ı Türkan Şoray’ın, Karadağlı Rıza’yı Kadir İnanır’ın canlandırdığı film ortalığı kasıp kavurmuştu. Şimdi ise rolleri Erkan Petekkaya ve Hatice Şendil devralmış. Açıkçası daha önce bu kadar efsane ustaların hayat verdiği rolleri canlandırmak oyuncuların işlerini bayağı zorlaştıracak. İlk bölümden gördüğüm kadarıyla Erkan Petekkaya “Karadağlı Rıza” rolüne çok yakışmış ama Hatice Şendil’de Türkan Sultan’ı aradığımı söylemeden edemeyeceğim.

3.Bir diğer iddialı dizi de “Son Yaz Balkanlar 1912”. Senaryosu Kürşat Başar’a ait dizi Balkan Savaşı’nın arifesinden Çanakkale Savaşı’na kadar olan süreci konu alıyor. Bu tip diziler tarihimizi öğrenmemiz açısından da çok faydalı. Başrollerde Hazal Kaya, Seçkin Özdemir, Furkan Palalı ve Tuğçe Kazaz oynuyor. İddialı dizinin çekimleri Makedonya’da sürüyormuş. Kurulan setin içinde hükümet konağından, manava, kahvehaneye her türlü detay varmış. Özel kostümler, araçlar ve mobilyalar için hiçbir masraftan kaçılmamış. Belli ki yatırımı yüksek ve emeği bol bir proje olmuş. Balkan savaşının acılarını, aşklarını ve kahramanlıklarını izlerken yine gözyaşlarına boğulacağız gibi görünüyor.

4.Çetin Tekindor, Kenan İmirzalıoğlu ve Bergüzar Korel! Kadro müthiş! Hepsi “Karadayı” dizisinde bir araya geliyor. Bir kabadayı rolünü zaten Kenan İmirzalıoğlu’ndan daha iyi kimse yapamaz. Çetin Tekindor deseniz hiç konuşmayıp dursa yeter. Yönetmen “Ezel” dizisini akıllara kazıyan Uluç Bayraktar. Müzikler de Toygar Işıklı’dan. Bu ekipten de çok güzel bir iş çıkacağı kesin.
 

Yazının Devamını Oku

Leonard Cohen büyüledi...

23 Eylül 2012
Çarşamba günü İstanbul’da olağanüstü keyifli bir konser vardı; Leonard Cohen!! Müzisyen, söz yazarı, şair ve şarkıcı. 78 yaşında ama hala çok karizmatik ve hala çok güzel bir sesi var. Hiç detone olmadan, şova ihtiyaç duymadan elinde gitarı, siyah takım elbisesi ve tabii ki alamet-i farikası fötr şapkasıyla daha ilk şarkıda herkesi mest etti; “Dance me to the end of love”...
Sahne her zamanki Cohen konserleri gibiydi. Kadife sandalyeler, yerde halılar, jilet gibi giyinmiş orkestra elemanları ve vokalistler...
Kronik bir depresif olan Cohen’e lise yıllarımdan beri neden bu kadar hayran olduğumu düşündüm konserdeyken. Galiba asıl neden onun düzene başkaldıran protest bir aydın olması ve bunu da şarkılarına yansıtması. 1961 yılında ABD-Küba gerginliğinde Küba’ya yerleşmesine ve Che Guevara sakalı bırakmasına çok hayran olmuştum. Hep demokrasiden bahsetmesi, Amerikalıların depolitize olmalarını ve dünya sorunlarına duyarsızlaşmalarını anlatması onu diğer sanatçılardan keskin bir çizgiyle ayırıyordu. Cohen’i sahnede izlerken kah hüzünlendik, kah keyiflendik ama unutulmayacak bir üç buçuk saat yaşadık.
Efsane sanatçının sahneden inerken son sözleri: “Ülkenizde barış olması için dua edeceğim “ oldu. Uzun süre hafızalardan silinmeyecek konserden çıkarken hepimizin gözleri buğuluydu ve biraz da düşünceliydik...
 
GRİNİN ELLİ TONU
 
Temmuz ayında Newyork’da hangi kitapçıya girsem kasada, kuyrukta her yerde ellerinde gri kapaklı bir kitap, yüzlerinde hafif bir gülümseme olan kadınlar görüyordum. Cafelerde, metrolarda hatta otobüslerde, herkesin elinde bu kitap. Allah Allah dedim, birşeyler oluyor, benim haberim yok.
Sonra New York’da yaşayan bir arkadaşıma sorunca beni aydınlattı : “ Fifty Shades of Grey” dünyayı kasıp kavuruyormuş. 40 milyon adet satmış! Kadınlar bu kitabı okuyup sonra da kendi aralarında uzun uzun tartışıyorlarmış. Erkekler baş karaktere benzeyebilmek için kırk takla atıyorlarmış.
Çok merak ettim. Hemen ilk işim Barnes & Noble’a gidip kitabı almak oldu. Sabah başladım okumaya, akşama bitmişti. Aslında özünde hikaye benim küçüklüğümün beyaz dizilerini andırıyor:
Milyarder bir işadamı olan Christian Grey ve saf bir edebiyat öğrencisi olan Anastasia Steel arasında geçen tutkulu bir ilişki kitabın konusu. Grey çok zengin, yakışıklı, çapkın, ele avuca sığmaz gözde bir bekar. Anastasia saf ve güzel. Grey’in saf Anastasia’ya aşık olması erotik bir dille anlatılmış. Kitap kesinlikle edebi bir eser değil. Sabun köpüğü gibi, çok fazla tekrar var. İkinci ve üçüncü kitapları da okudum, onlar da ilki kadar sürükleyici değiller. Peki o zaman neydi bu kitapların sırrı? Nasıl oldu da milyonlarca sattılar?
Kitabı okuyan arkadaşlarımla da konuştum. Hepsi de eğitimli, çok üst düzey işlerde çalışan aklı başında kadınlar. Herkesin ortak fikri şu oldu:
Grey’in güçlü karakteri, kıza yaptığı pahalı jestler, süprizler, seyahatler, helikopterle yemeğe gitmeler tekdüze hayatlara renk getirdi. Aslında Grey her kadının hayalindeki erkek figürü, onun gibi güçlü bir karakterin saf Anastasia’ya aşık olup dize gelmesi herkesi çok etkiledi.
 
Sonunda anladım ki umutsuz ev kadını sendromu Newyork’da Madison Avenue’da Barney’s mağazasının cafesinde kitabı büyük bir iştahla okuyan kadında da var, İstanbul’da ayda milyonlar kazanan finans uzmanında da. . . Bunun eğitimle, yaşam tarzıyla, özgürlükle, parayla pulla ilgisi yok.
 
Zaten son aylarda tartışılan “Kezban” konusu da bunun sonucu değil mi sizce? Çok meşhur bir sanatçımız, herkes tarafından tanınıyor, seviliyor. Oynadığı filmler ödül üzerine ödül alıyor. Ama eminim ki basına alyansını gösterirken yaşadığı gururu hiçbir ödülü alırken hissetmemiştir. Söz konusu, hayallerindeki o romantik, genç ve yakışıklı erkeğe kavuşmak olunca cümle aleme karşı yaşadığı galibiyetin hissiyatı elbet farklı oluyordur. . .
 
Bu arada romanın Türkçesi de geçtiğimiz çarşamba günü “ Grinin Elli Tonu” adıyla çıktı. Kitap Türkiye’de de çok satacak gibi görünüyor. Filmi ise ayrı bir merakla bekleniyor. Karizmanın idolü haline gelen Grey’i kimin canlandıracağı da çok önemli !! Hollywood’da kulisler son hız devam ediyormuş.
Yazının Devamını Oku