Soğuk görüntüm mahcubiyetimden

Hastasıyım.

Haberin Devamı

İnanılmaz karizmatik buluyorum, oyunculuğuna ölüyorum, o psikopat hallerine bayılıyorum, baygın bakışları, kepçe kulakları, koca kafası beni benden alıyor.
Gelmiş geçmiş en büyük aktörlerden biri.
The actor.
The duayen.
The John Malkovich.
Onunla 1.5 saat röportaj yaptım ya, yemin ederim ölsem de gam yemem!
Biz artık nasıl bir ülke olduysak, bütün problemlerimize ve içinden çıkılmaz dertlerimize rağmen, bu dünya şahanesi insanlar ülkemize geliyorlar.
Akın akın.
Ayağımıza...
Çocukluğumuzdan beri filmlerini izlemişiz, oynadığı eski bir filmin adı geçince, “Aaaa!” diyoruz, “Çok güzel filmdi!” Kişisel tarihimizin parçası olmuşlar. Ve işte onlar İstanbul’u üs belleyince, gelip gidince, bir mutlu oluyoruz sormayın.
9 kere gelmiş ayol!
Bu gelişinin sebebi, St. Regis İstanbul’un açılacak olması. Demsa Group ortaklığıyla mart ayında açılacak. John Malkovich’le İstanbul’da geçen kısa bir film için anlaşmışlar.
Yönetmen Malkovich.
İngiliz aktör Julliand Sand ve Belçim Bilgin oynuyor.
Konuşurken şaşırdım. Acaba bu konuştuğum çakma Malkovich mi diye.
Sen dünya çapında bir oyuncu olacaksın, en baba filmlere imzanı çakacaksın, sonra da kendini anlatırken “Valla şanstı!” diyeceksin.
Hiç büyüyemeyen bir çocuk olduğunu söyleyeceksin.
Bu kendini aşmış tevazu, beni bir kere daha baştan çıkardı.
Sesi inanılmaz seksi. Gerçi o nefret ediyormuş. Tane tane konuşuyor. Laubali değil. Aynı gün doğmuşuz, sevdi beni galiba.
Bu harika fotoğrafları Cem Talu çekti, Cem’i de sevdi, saatlerce sesini çıkarmadan ne istediysek yaptı.
Helal olsun.

Haberin Devamı


Soğuk görüntüm mahcubiyetimden

Yaşasın! Hepimizin bayıldığı insan, müthiş adam, duayen oyuncu John Malkovich yine burada, İstanbul’da. Ne münasebetle buradasınız?

-Evime geldim ben. Burada evimde hissediyorum kendimi.

Bizim de çok hoşumuza gidiyor bu! İstanbul hakkında kısa bir film çekiyormuşsunuz, öyle mi?

-Evet, St. Regis Oteli’nin açılışı için kısa bir film. İstanbul’a gelen bir yazar var ve onu gezdiren bir Türk rehber. Belçin Bilgin oynadı rehberi. Bence güzel iş oldu.

Bu proje için sizi ikna eden ne oldu?

-İstanbul’a bayılıyorum ve burada olmayı seviyorum. Teklif geldiğinde, “Neden olmasın?” dedim.

Kabul etmenizin sebebi para olamaz değil mi?

-Para önemli ama bu kadar belirleyici değil. Bu şehri gerçekten seviyorum. Öykülerle dolu tarihi beni heyecanlandırıyor. Nostaljik ve kaotik. İçinde her şeyi barındırıyor.

İstanbul’u hangi şehirle kıyaslarsınız?

-Sanırım Mexico City. Ama İstanbul aynı zamanda romantik, Mexico City sadece kaotik!

Peki ya trafik...

-Evet öyle tatsız bir şey de var. Ama buraya geldiğimde mümkün olduğunca trafikten uzak durmaya çalışıyorum.

Kaç kere geldiniz?

-Geçen gün saymaya çalıştım, dokuz ya da 10 oldu galiba. Sizden daha iyi biliyor olabilirim şehrinizi.

Kesin öyledir! Peki, filmi nerelerde çektiniz?

-Burada, otelde çekim yaptık. Boğaz’da, Yeni Cami’de, Mısır Çarşısı’nda, Kapalıçarşı’da...

Türklerin hangi yönü farklı?

-Çok içten ve samimi buluyorum. Bir de çok direktler. Çok uyumlu çalıştık. Ekip mükemmeldi, hava çok iyiydi. Hiç sorun yaşamadık.

Çekim sırasında ilginç deneyimleriniz oldu mu?

-Bence bu işin kendisi ilginç. Bir fikirle başlıyorsunuz ama sonra hiç beklenmedik şeylerden etkileniyorsunuz, planlar değişiyor. Ya da mesela Mısır Çarşısı’nda çekim yapmak istiyorsunuz ama bakıyorsunuz iskele kurmuşlar, renovasyon yapıyorlar.

Sinirlenmiyor musunuz?

-Hayır. Sadece çekim yerini değiştiriyorum. Bir sürü oyun yönettim, yazdım, oynadım ya da yapımcılığını üstlendim. Ve şunu öğrendim: Mick Jagger’ın dediği gibi, “Her zaman, her istediğine sahip olamazsın!” Kabul edebilmek, hayatın akışına teslim olabilmek, hayatla birlikte akmak önemli. Ben sürekli bir şeyleri değiştirmeye çalışan biri değilim, olduğu gibi kabul ediyorum. “Şunu yapamazsın” mı diyorlar, sorun değil o zaman başka bir şey yaparım.

İnsan John Malkovich olunca, “Otel tanıtımı için niye film çekeyim, benim ne işim var!” demez mi? Kompleks yapmaz mı?

-Yok canım. Niye yapayım? İstediğim bir şeyi yapıyorum ben. Üstelik gayet ciddiye alıyoruz, çeşitli festivallere katılacağız. ‘İstanbul’dan Bir Kartpostal’ kısa filmimizin adı.

İngiliz turist (Julian Sands) İstanbul’da ona rehberlik yapan Türk kadına âşık mı oluyor? Yani Belçim’e...

-Etkileniyor diyelim. Gerisini sizin hayal gücünüze bırakıyorum.

Bu film Türkiye’yi mi tanıtıyor yoksa otelin reklamını mı yapıyor?

-İstanbul’u veya Türkiye’yi tanıtmadan oteli tanıtabileceğinizi sanmıyorum!

İstanbul ilginiz nereden kaynaklanıyor?

-İlgisiz kalmak, heyecanlanmamak mümkün mü? Öncesinde Konstantinopolis, ondan önce Roma ve Bizans, inanılmaz bir kavşak burası. Bütün yollar bu şehre çıkıyor. Uzun ve büyüleyici bir tarih. Fethetme ihtirası, zenginlikleri, iktidar ve dini hâkimiyeti elde etme mücadelesi. Sanki dünyanın bütün tarihi bu dekorda oynanmış gibi.

Haberin Devamı

Soğuk görüntüm mahcubiyetimden

Sizin kafanızdaki Malkovich ben miyim, emin değilim!

Siz hep böyle pozitif misiniz?

-Negatif biri değilim. Çünkü kolay olan negatif olmak, her şeyin kötü yanını görmek.

Bu kadar mütevazı olmanız beni şaşırttı?

-Neden?

E siz koskoca John Malkovich’siniz! Ufak tefek kaprisleriniz olur diye düşündüm. Bu kadar kolay ulaşılabilir olmanız, bu kadar tatlı ve uyumlu olmanız, zaman kısıtlaması koymamanız beni şaşırttı...

-Ortada gerçekten bir sorun yoksa problem yaratan bir kişi olmak sadece zaman kaybı. Öyle biri hiç olmadım. Sizin kafanızda bir John Malkovich var, o ben miyim emin değilim. Bütün şöhretli insanlar için geçerli bu. Filmlerde oynadığınız zaman belli bir imajınız oluyor. Gerçekle bir alakası olmasa da o imajlar üzerinize yapışıyor. Bir süre sonra da sizi, o insan zannetmeye başlıyorlar! Ben uzun zaman önce insanların hakkımda ne düşündüğünü merak etmeyi bıraktım. Nasıl bir imajım olduğunu sorgulamayı da. Ne yazmışlar takip bile etmiyorum. Bir de şahane bir felsefem var: “Kontrol edemeyeceğin şeyleri kafaya takma! Tasalanma!” Çünkü ne yaparsan yap, elinden bir şey gelmez. İnsanların hakkında düşündüklerini kontrol edemezsin. E o zaman neden uğraşıyorsun, bırak ne istiyorlarsa düşünsünler. Denk düşerse, gerçek seni tanırlar.

Siz, o ışıltılı şöhret dünyasında yaşamıyorsunuz yani...

-Hayır. Güney Fransa’da köyde evimiz var.

İki ülkede birden mi yaşıyorsunuz?

-Aslında yollarda yaşıyorum denebilir. Hiçbir yerde çok uzun süre kalmıyorum.

Neden? Sıkılıyor musunuz?

-Hayır, benim sıkılma huyum yoktur. Hep kendimi oyalayacak bir şey bulurum. İşim beni bir yerlere götürüyor, ben de onun peşine düşüyorum, o yüzden yollardayım. Boston’dan geldim, Seul’de işim vardı. Sonra Viyana’da. Şimdi İstanbul. Bir süre Paris’te olmam gerekiyor. Sonra Amerika, oradan yine Fransa...

Siz sürekli yollarda olmaktan memnunsunuz. Peki ya eşiniz?

-O da benim gibi yerinde duramayan bir ruha sahip. Memnun halinden. Torino yakınlarında büyümüş ama Venedik’te okula gitmiş. Sonra yıllarca Pekin’de eğitim görmüş, derken California sonra ver elini Roma...

Haberin Devamı


OSCAR’I UTANÇ VERİCİ BULUYORUM

Oscar’a iki kere aday oldunuz ama ödül alamadınız. Kırgın mısınız?

- Bir kere şu konuda anlaşalım: Bir meslektaşımın ödüllendirilmesi beni mutlu eder. Başarılı olduklarını düşünmediğim işlerde bile. Ama ben Oscar türü ödülleri önemsemiyorum. Daha da ileri gideyim, manasız ve utanç verici buluyorum. Ben hayatım boyunca yeterince övgü aldım, ilgi gördüm. Yaptığım işler, kotardığım roller, girdiğim karakterler hayal edebileceğimden çok daha fazla ödüllendirildi. Yani meslektaşlarım için mutluyum. Ama Oscar, benim takip ettiğim bir alan değil. Kimin aday olduğunu, kimin bu sene, geçen sene, 10 yıl ya da 30 yıl önce ne kazandığını söyleyemem. Bilmiyorum, ilgilenmiyorum.

Haberin Devamı

Soğuk görüntüm mahcubiyetimden

Oynadığım filmleri izlemem çünkü kendi sesime tahammülüm yok

İnanılmaz seksi bir sesiniz var...

-Teşekkür ederim.

Kendi sesinizi beğeniyor musunuz?

-Asla! Tüylerim diken diken oluyor, kendi sesimi duymaya tahammülüm yok. Bu yüzden oynadığım filmleri de izlemem.

Şaka mı?

-Hayır. Kendimi izlemek hoşuma gitmiyor.

Peki nasıl montajlamışlar, kurgulamışlar merak etmiyor musunuz?

-Hayır. Daha önce de söylediğim gibi, kontrol edemediğim şeyleri dert etmem. Son söz bana ait değil ki, “Bu çekimi neden şu çekimle birleştirdiniz?”, “Neden döngü kullandınız?” ya da “Neden orijinal değil, sonradan senkron” diyemem ki. Hakkım yok. E o zaman...

Yani dünya çapında bir oyuncu olsanız da yönetmenin işine karışmıyorsunuz öyle mi?

-Benden istenmedikçe asla! Bir şeyi nasıl çekmemiz gerektiği hakkında fikrimi sorarlarsa memnuniyetle söylerim ama sormazlarsa asla... Bakın, benim için şu hayatta en önemli şeylerden biri: Deneyim. Hatta hayata bu yüzden geldiğimizi düşünüyorum. Ben Michelangelo Antonioni ile çalıştım, Marcello Mastroianni ile çalıştım. Stephen Frears ile çalıştım. Volker Schlöndorff ile Raúl Ruiz ile Manoel de Oliveira ile Steven Spielberg ile... Pek çok müthiş isimle çalıştım. Sürekli kendi değerli fikirlerimle ukalalık edeceksem, orada ne işim var? Bir sahnenin nasıl ışıklandırılması gerektiğini Michael Ballhaus’a söylemek hıyarlık olur! Ben onlardan neler öğrenebileceğime önem veririm. Onlar da benden bir şey öğrenmek isterlerse ne âlâ...

Haberin Devamı


Sinemada başarının sırrı büyük kafalı olmak!

Oyunculuğunuzda müthiş detay var. Nasıl bu kadar iyi gözlemci olabiliyorsunuz? Çok mu zekisiniz ya da fotografik hafızanız mı var?

-Gayet ortalama bir zekâya sahibim. Ama hafızam çok iyidir; gerçi birkaç bin şişe kırmızı şaraptan sonra eskisi kadar olmasa da hâlâ çok iyi! Gözlem yeteneğimin beynimle alakası yok, sezgilerle ilgili. Bir şey veya bir kişiyle ilgili önemli ayrıntıları sezgisel olarak hatırlıyorum.

Oyunculuğunuzu nasıl tarif edersiniz?

-Tamamen sezgisel. Ama tabii tiyatrodan söz ediyorum. Sinema filmleri çok sezgisel değildir. Harika bir kameraman bir keresinde bana, “Kadrajda değilsen yoksun!” demişti. Bu kadar basit! Oysa sezgiyi, kadrajla sınırlayamazsın. Sezginin gerçekten özgür olması gerekir. Filmlerde bunu yapamıyorsunuz.

İyi tiyatrocular iyi sinema yıldızı mı olur?

-Hayır. Her zaman öyle olur diye bir şey yok.

Peki ya aksi? İyi sinema yıldızları tiyatroda...

-Berbat da olabilirler! İkisi tamamen farklı bir şey. Ben size sinemada başarılı olmanın olmazsa olmazını söyleyeyim...

Nedir?

-Koca bir kafa.

Gerçekten mi?

-Evet, kamera onları sever. Benim kafam da büyük.

Çok uzun da olmamak lazım belki...

-Yoo Clint Eastwood oldukça uzun, Morgan Freeman da. İkisi de şahane oyuncu.

Lizbon’da gece kulübünüz var, ne alaka?

-Lizbon’u da seviyorum, arkadaşlarım var. Ve yıllar içinde orada çok zaman geçirdim. “Ortak olalım mı?” deyince, “Neden olmasın!” dedim.

Moda tasarımcılığınız ne durumda?

-O da ayrı bir tutkum. ‘Technobohemian’ diye bir markaya sahibim. Şimdi iki ortakla Paris’te başka bir koleksiyon yapma ihtimalim var.


Bugün bu konumda olmam tamamen şans!

Nasıl bir aileye doğdunuz?

-Gazeteci bir aileye. Babam muhabirdi, dayım editör. Daktilo sesleri içinde büyüdüm. Gazetecilik aşkı, büyükanne ve büyükbabadan başlıyor. Derken erkek kardeşim editör oldu. Kız kardeşim de gazeteciydi. Hatta kız kardeşim, gazeteciliği bırakmadan önce önemli ve tanınmış bir televizyon haber programı yapımcısı olmuştu. Ben kendimi bildim bileli, evde herkes işini büyük bir şehvetle yapıyordu. Bunu ailemden çok küçük yaşta öğrendim: Yaptığın işi tutkuyla yap.

Bir sürü kan var sizde, İskoç da var, Fransız da Hırvat da... Mesela Hırvat köklerinizi merak ettiniz mi?

-Etmedim. Çünkü 50’li yıllarda Amerika’da büyüyen herkesin kökleri ya Polonyalı ya Çek ya İtalyan ya Yugoslavdı. Çoğunun büyükanne ve büyükbabaları İngilizce bilmiyordu. Bunun da haber değeri yoktu. Bizim gerçeğimiz bu. Ama bizler, anne ve babalarımızdan farklı yetiştirildik. ‘Amerikalı’ olmak üzere yetiştirildik. Çoğu zaman unutulsa da Amerika, Avrupa’ya ve hatta dünyanın geri kalanına, ‘sırtını dönme’ fikri üzerine kurulmuştur. DNA’mızda var bu. Ama gelgelelim benim Hırvat özelliklerim ağır basıyor.

Nedir o özellikler?

-Hırvat olmaktan kaynaklandığını düşündüğüm bir tür tehlikeli cazibem var. Bir tür şiddete eğilimim. Ve karanlık bir yanım. Bizimki evlere şenlik bir aileydi. Büyükannem İskoç’tu. Kendisine, ‘Cromwell’ derdik. Büyükbabam ise Fransız’dı. Gazeteyi o kurmuştu ama inanılmaz tembeldi, insanların dünyaya çalışmak için gelmediğini düşünüyordu. Komik bir adamdı.

Sizin ne gibi düşleriniz vardı? Hep oyuncu olmayı mı hayal etmiştiniz?

-Alakası yok! En çok istediğim şey beyzbolcu olmaktı.

Popüler bir çocuk muydunuz?

-Evet. Çünkü sosyaldim, kolay arkadaş ediniyordum. Ben hiçbir şeyi kasmam. Ama çok çalışırım. Lider olma derdim de asla yoktur. Çocukken de öyleydim. Ben galiba hep istediğim şeyleri yaptım. İnsanların beni takip etmesine yönelik bir istek ya da ihtiyaç da duymadım.

Sizi en iyi ne tanımlar?

-Merak ve keşfetme duygusu. Bizi öyle yetiştirdiler. Dünyayı merak etmemiz, kendimize güvenmemiz ve orası neresi olursa olsun, kendimize ait yeri bulabilmemiz için. O yüzden de müthiş bir özgürlük tanıdılar.

Tiyatroya başlayana kadar bir sürü iş yapmışsınız...

-Boyacılık, servis şoförlüğü, garsonluk, aklına ne gelirse... Üniversite sırasında okulu bitirmek için hep çalıştım. Üniversiteyi bitirdiğimizde de tiyatromuzu kurduk, yine paramız yoktu. Bu nedenle hepimizin bir de para getiren gerçek işlerimizin olması gerekiyordu. İlk altı yıl böyle geçti.

Peki tiyatro oyuncusu olmaya nasıl karar verdiniz?

-Amerikan yazar Paul Bowles’la ‘Çölde Çay’ (The Sheltering Sky) adlı filmi çekiyorduk. Bir gece Tanca’da ona, “Burada kalmaya ve Amerika’ya dönmemeye ne zaman karar verdin?” diye sordum. 40 yıldır orada yaşıyordu. Bana dehşet içinde baktı ve “Karar vermedim ki. Bu konuyu düşünüyorum!” dedi. Ben de oyunculuk konusunda hep böyle hissettim. Hiçbir zaman bilinçli bir karar değildi. Tiyatroyu birlikte kurduğumuz arkadaşlarımla yollarımız kesişmeseydi, eminim oyuncu olmazdım. Üniversitedeyken oynadığım bazı oyunları görmüşler, katılmamı istediler. Bana önce tiyatro kurmak saçmalık gibi geldi. Ama madem bu kadar istekliler “Peki” dedim, “Birkaç ay denerim, duruma bakarım.” Aylar, yıllar geçti hâlâ duruma bakıyorum.

Küçükken aileniz “Ne kadar yeteneklisin!” gibi şeyler söylemez miydi?

-Hayır. Çünkü taklitler yapıp, ilgi çekmeye çalışıyordum. Ama bir süre sonra sıkıcı oluyordu.

Sizin sırrınız nedir? Bazı oyuncular hayat boyu ‘küçük’ olarak kalıyor. Çok azı beyazperdede sizin gibi devleşebiliyor... Nedir bu? Doğduğunuzda sizde var olan özel bir yetenek mi, yoksa öğrenilen bir şey mi?

-Ben bir sürü şeyin şans olduğunu düşünüyorum. Bu kadar basit. Tabii ki yetenek ve çalışmak da önemli. Ama bir yere kadar. Bakın etrafınıza, bir sürü gerçekten yetenekli insan var, ya işsizler ya istedikleri gibi bir projede yer alamamışlar. Doğru insanlarla çalışma fırsatını hiç bulamamışlar. Bu onların suçu değil, denk düşmemiş. Bir sürü şeyin aslında açıklamasının olmadığına, tamamen şans olduğuna inanıyorum. Size sadece kameranın sevdiği ve sevmediği insanlar olduğunu söyleyebilirim.

Kimleri seviyor? Sizi sevdiği kesin!

-Evet, beni seviyor. Ama ben tiyatro kökenliyim, sahne oyuncusu olarak eğitim aldım. Ve gerçek evim tiyatro. Benim durumum şu: Aslında piyanistim, sonradan keman çalmayı öğrendim. Ama kemanı hiçbir zaman esas enstrümanım olarak kabul etmedim, sadece çalmayı bir şekilde becerdim. Ne var ki, tüm dünyada kemancı olarak tanınıyorum.

Gerçekten sinema hiçbir zaman gerçek ilgi alanınız olmadı mı?

-Hayır. Çünkü sinema bana çizgi gibi geliyor, oysa tiyatro, resim. Muazzam bir zaman, muazzam bir emek.

Soğuk görüntüm mahcubiyetimden

Aktör olarak, bir başkasının rüyasındaki figürsünüz

30 küsur yılda 80 küsur filmde oynadınız... Ve muazzam bir başarı elde ettiniz. Sizi artık ne tatmin eder?

-Pek çok başarısızlığım da oldu ama bence işin bir parçası bu. Başarısızlık, hayatın bir parçası. Başarısızlık olmasa, bir şey yaptığınızda işe yarayıp yaramadığını bilemezdiniz. Bazen yönettiğim oyunlar iyi olmuyor. Sorumlusu benim. Ama bu, dünyanın sonu değil. Yaptığım filmlerin de çoğunun iyi olduğunu düşünmüyorum.

Sizin oyuncu olarak kendinizi en beğendiğiniz 5 filminiz hangisi?

-‘Les Liaisons Dangereuses’ (Tehlikeli İlişkiler) filmini severim. Sonra ‘Being John Malkovich’ (John Malkovich Olmak). Bence Charlie Kaufman olağanüstü bir yazar, gelmiş geçmiş en büyük senaristlerden biri. Wolfgang Petersen ve Clint Eastwood ile yaptığımız ‘In the Line of Fire’ (Ateş Hattında) filmi de benim için özeldir. Harika bir film olmasa da ‘The Shadow of Vampire’ (Vampirin Gölgesi) filmini yapmaktan çok keyif aldım. Çok iyi olmayan bir sihirbazı canlandırdığım ‘The Great Buck Howard’ (Muhteşem Howard) filmini yapmak da çok keyifliydi. Komik olan ne biliyor musunuz, yapmaktan çok zevk aldığım ama umduğunuz gibi iyi çıkmayan işler oluyor. Şunun gibi yani: “Tamam araba kaza yaptı ama yolculuk şahaneydi!” Ben kontrol edemeyeceğim ve fazla katkıda bulunamayacağım sonuçlarla ilgilenmem. Aktörken bir başkasının rüyasındaki bir figürsünüz. O, sizin rüyanız değil. Siz, o rüyanın yazarı değilsiniz. Onun yazarı Jane Campion, onun yazarı Stephen Frears, Wim Wenders ya da Robert Benton. Bunu kabul etmek ve teslim olmak gerekiyor.

Soğuk görüntüm mahcubiyetimden

61 yaşındayım ama 8 yaşında çocuk gibiyim

İnsan bu kadar meşhur olunca bütün kadınları tavlayabiliyor mu?

-Alakası yok.

Hiç reddedildiniz mi?

-Elbette. Bence herkes, kendisini kabul edecek birini bulur, kendini reddedecek birilerini de. Hayat böyle. Ve sorun yok.

Eşiniz Nicole’le 25 yıldır birliktesiniz, iki çocuğunuz var ve evli değilsiniz. Neden evlenmediniz?

- Bilmiyorum. Özel bir sebebi yok. O da evlenmek istemedi. Ben daha önce bir kere evlenmiştim. Çok mutlu olmadım. Gerçi imzanın olup olmaması pek bir şey değiştirmiyor. Biz iyiyiz böyle.

Kendinizle ilgili insanların bilmediği bir şey söyleyin...

-Çok çocuksuyum. 61 yaşındayım ve hiç büyüyemedim. Korkutucu aslında.

16 gibi mi yani?

-Daha ziyade 8 gibi! Sanırım hiç büyümeyeceğim de. Bir yandan üzücü. Özellikle de çocuklarınız varsa. Bizimkiler 22 ve 24 yaşında. Benden büyükler aslında!

Siz Michelle Pfeiffer’la da birlikte oldunuz. Neredeyse sizin kadar tanınmış biriyle çıkmak nasıl bir şey?

-Feci! Problemler ikiye katlanıyor. Sokakta durduranlar Facebook’a koymak için iki fotoğraf çektiriyorlar!

Yazarın Tüm Yazıları