Beyaz atlı prensi öldür!

Deli bir enerjisi var.Psikoterapist, aynı zamanda oyuncu. Komik ve esprili.Adı Pınar Toker. Kitabının adı ‘Beyaz Atlı Prensi Öldür!’Ne mi anlatıyor kitap? Kadınlar, yüz yıllar belki de bin yıllardır masallardan kaynaklanan mitlerle büyüdü. Kurtarıcı beyaz atlı prens gelecek, bekleyen ‘Uyuyan Güzel’i öpecek... Rapunzel, kulede saçını uzatıp bekleyecek, prens gelip kurtaracak... Ya da Sindrella bekleyecek, prens, baloda düşürdüğü ayakkabıyı ayağına geçirecek ve onunla evlenecek... Tema hep aynı... Sen bekle... Prens gelip seni kurtaracak! İşte bu kitap, prenslere nanik kitabı! Feminist edebiyatın baş yapıtlarından biri olan ‘Kurtlarla Koşan Kadınlar’ gibi.Bize diyor ki, “Bir kadın, kendini gerçekleştirmek, özgürleşmek için önce beyaz atlı prensi öldürmeli!”Gerçek manada değil tabii. Beyaz atlı prensin temsil ettiği şeyleri öldürmeli. Kadın, kahraman olarak yolculuğunu tamamlamalı sonra beyaz atlı prens geliyor zaten.

Haberin Devamı

Pınar kitabını tanımlarken, “Bu, bir koşulsuz sevgi kitabı!” diyor. Yani “Erkekleri öldürün!” filan demiyor. “Onlara koşulsuz sevgi duymayı öğrenin, ‘Bak bana ne yaptın? Senin yüzünden mutsuzum!’ şantajlarını bir yana bırakın!” diyor.
Kitapta aynı zamanda sanat terapisi yöntemleri de yer alıyor. Film analizi, mandala çizimi, gölgenle tanışma, düşme egzersizi, bilinçdışı karakterlerle tanışma...
148 sayfalık, ilginç, öğretici, eğlenceli bir kitap.

RÖPORTAJ FOTOĞRAFLARI İÇİN TIKLAYINIZ

Beyaz atlı prensi öldür

Fotoğraflar: Fethi KARADUMAN

Hoppalaaaa! Bunca yıl hayran hayran, beyaz atlı prens bekledikten sonra şimdi adamı niye öldürüyoruz?!

Haberin Devamı

-(Gülüyor) Bağımlılıkla mücadele etmek için! Özgürleşmek için! Çünkü biz kadınlar için, ‘beyaz atlı prens’, aslında ‘kurtarılmayı bekleyen mağdur kız’ gerçeğimizle yan yana. O mağduriyeti üzerimizden atmamız gerekiyor. O yüzden de beyaz atlı prensi öldürmek zorundayız!

Edilgen, pasif, bekleyen, bir başkasından medet uman, hayatı öyle kuran kadınlar olmaktan vazgeçmemiz mi gerekiyor yani...

-Aynen öyle! Çünkü biz hazır değilsek, kendimizi tamamlayamamışsak, gerçekleştirmemişsek, karşımıza bütün haşmetiyle beyaz atlı prens de çıksa mutlu olamıyoruz...
Hepimiz kendi hikâyemizin kahramanıyız

Nasıl yani?


-Diyelim ki, o prensi bulduk. O, bizi bütün kötülüklerden korudu, bizim yerimize bütün zorlukları yendi. Ama insanın beklentileri bitmez ki, o beklentiler bir süre sonra, hayal kırıklığına dönüşür. Mesela çok mu çalışıyor, eve geç mi geliyor, işini fazla mı önemsiyor, “Ben sana yıllarımı verdim. Sen olmasaydın, bambaşka bir hayatım olacaktı” cümleleri kurulmaya başlanır. “Sen olmasaydın, belki yurtdışına gidecektim. Belki evlenmeyecektim bu kadar erken. Belki çocuk sahibi olmayacaktım. Belki kendim için de bir şeyler yapacaktım. Ama ben, kendimi sana vakfettim!” gibi. Bunlar ya dile getirilir ya da altlarda bir yerlerde köpürür durur. O yüzden kendimizi gerçekleştirmemiz gerekiyor ya, bir başkasına bağımlı olmamak için...

Haberin Devamı

Sizce bu ne kadar yaygın bir gerçek? Kadınların kaçta kaçı beyaz atlı prensini bekliyor?

-Ben psikoterapistim. Bana genelde engeli olan, mutsuz olan, acı çeken, birtakım şeyleri atlatamayanlar geliyor. Bu yüzden bana gelenlerin neredeyse yüzde yüzü beyaz atlı prensini bekleyenler! Ama ben, bunun değişebileceğini söylüyorum. Eğer bir korku, kaygı, gelişimini engelleyici bir şey varsa, zaten o birinci seansta çıkıyor. Sorunu tespit ediyoruz. Genellikle de sözün ötesindeki şeyler oluyor...

Biraz açar mısınız...

-Genellikle ‘ilerleme korkusu’yla karşılaşıyorum. Beyaz atlı prensi öldürdüğün zaman, sen de ‘prenses’likten vazgeçmiş oluyorsun. Oysa gerçek şu ki, biz hiçbir zaman prenses olmadık. Çünkü hayat, bize her zaman ev ödevleriyle acı çektirdi ve hep ilerlememiz gerektiğini söyledi. Ama işte korkuyoruz! İlerlemekten korkuyoruz. Saklanmak daha kolay geliyor. “Niye hayatın tozuna, dumanına katılayım ki? Niye yıpranayım ki? Neden böyle bir şey yapayım?” diyoruz. “Ya gerçekten beyaz atlı prensim gelir ve ‘beni niye beklemedin, neden bu kadar hayatın içine daldın’ diye sorarsa” deyip durmayı tercih ediyoruz...

Haberin Devamı

ANLADIK PRENSSİN DE NE YAPTIN?

Peki ne yapmamız lazım?

- Önce korkmamamız ve yolculuğu ciddiye almamız lazım. Hepimizin bir yolculuğu var. Hepimiz kendi hikâyemizin kahramanıyız. Yola çıkmamız gerekiyor. Bütün kahramanlar için geçerli bu. Prenslerin de yola çıkması gerekiyor! Bu arada prenslik de matah bir şey değil. Tamam anladık prenssin de ne yaptın? Ülkesi için savaşana ‘kral’ deniyor. Kralların bir sürü yaşanmışlıkları oluyor, savaşmayı biliyorlar, bilge bir tarafları oluyor. Peki ya prensler? Onlar da nerdeeee? Prensler ancak parti düzenlesin, kızlara baksın, kızların ayağına ayakkabı uydursun... İleride ‘kral’ olmaya aday diye prenslere yatırım yapmaktansa, kendimize yatırım yapalım! Benim kitapta söylemeye çalıştığım şey de bu. Bir başkasına yatırım yapmaktansa, kendinize yatırım yapın ve yolunuza devam edin. Tamam, bu yolculuğunuzda, gelişme sürecinizde cesaretinizi kıran şeyler olabilir. Olsun, onları da aşarsınız. Kendinizi çalışın. Kendinizi geliştirebileceğiniz egzersizler yapın. Sanata sığının. Sanatın iyileştirici, geliştirici gücünden faydalanın.

Haberin Devamı

BİZİ KURTARACAK SADECE KENDİMİZİZ!

Yani diyorsunuz ki, herkes kendi yolculuğu için yola çıksın: “Kimseyi bekleme... Güvenlik alanından çık, düzenini boz ve özgürleşmek için mücadele et!”

-Evet... Ama bu yola çıkmak dediğimiz şey de o kadar kolay değil. Çünkü meşakkatli. Saklanmak varken, huzur varken, niye yola çıkalım tek başımıza? Hepimiz, anne karnındaki plasentadaki o huzurlu ortamı özlüyoruz. Ama ne yazık ki hayatın içinde öyle bir ortam yok. Ta ki ölüp toprağın altına girene kadar. Burada, mücadele var. Tamam zorluklar yaşayacaksınız, sıkıntılar çekeceksiniz ama bu mücadelenin sonunda gerçekleşecek değişimleri ve elde edilecek hazzın mutluluğunu da yabana atmamak lazım: “Oh yaşadım ve başardım. Bunu da hallettim. Bunun da üstesinden geldim...”

Haberin Devamı

Peki bizi kurtaracak olan sadece kendimiz miyiz?

-Evet. Bu aşamalarda hep yalnızız...

“Bir adam girecek hayatıma ve beni kurtaracak! Bana istediğim hayatı yaşatacak...” Bu, tamamıyla palavra?

- Hayatla ilgili, kocaman kocaman laflar söylemek yerine, filmlerden örnek vermek istiyorum. Filmler hayatın bir parçası, bir kesiti. Ne oluyor mesela filmlerde “Hayatımı kurtaracak adamı buldum!” diyenlerin başına ne geliyor? Filmin başında görüyoruz, süper bir aşk. Masal gibi. Gülüyorlar, espriler havada uçuşuyor, şefkat, şehvet... Kahvaltı masasında sevişmeler. Eeee? Bir an geliyor, adam ‘küt’ diye gidiyor. Çünkü bir kriz, bir çatışma olacak ki, hikâye başlayacak... İşte hayat da böyle. Korktuğumuz, “Benim başıma gelmez!” dediğimiz her türlü şey, dönüp dolaşıp ev ödevi olarak karşımıza geliveriyor. Peki bu durumda ne yapacağız? Ne yapıp edip, şu veya bu şekilde üstesinden geleceğiz. Ama gücün kaynağı biziz, başkası değil. Kimseden medet ummayacağız. Bütün cevaplar, çareler bizde. Tabii ki seveceğiz. Ama birini sevmek başka, birine bağımlı olmak başka. Kimsenin, “Kocam, ben olmadan çoraplarını bile bulamaz!”la övünmemesi lazım. Bizde bağlılıkla, bağımlılık genellikle karışıyor. Ve bu izdivaç meselesi çok abartılıyor...

Yani “İyi bir izdivaç, kurtuluş değil” demeye mi çalışıyorsunuz...

-Evet değil tabii...

ÖNEMLİ OLAN KENDİNİ GERÇEKLEŞTİRMEK

Bizde, aileler arasında, eğitimi, kariyeri ne olursa olsun, “Çok iyi bir evlilik yaptı!” diye bir değerlendirme var. Üstelik bu, “Çok iyi bir kariyer yaptı!”dan daha kıymetli...

-Bu kadar çok boşanma olduğuna göre herhalde öyledir! Evlendikten birkaç sene sonra, evliliğin bir kurtuluş olmadığı anlaşılıyor. Tabii ki aşk evliliklerinden söz etmiyorum. Ben aşka inanan biriyim. Gerçek aşkın insanları geliştirdiğine inanırım.

İyi bir hayat arkadaşı bulmak bir şans mı? Birlikte gülebildiğin, ağlayabildiğin, birlikte her şeyi paylaşabildiğin, çoğalabildiğin biri...

-Evet, çok büyük bir şans...

O şansa ulaşabilmenin yolu ne peki?

-Tabii ki hayatın içine dalacaksın, kendini gerçekleştireceksin ama bu aşkı bulabilmenin garantisi anlamına gelmiyor. İşin o noktası bir miktar şans. Aşkı bulanlarla, bulmayanlar arasında bir değer farkı yok, “Bulanlar değerli, bulamayanlar değersiz!” diye bir şey yok. Aşkla bağlanabileceğimiz, iyi bir arkadaşlık kurabileceğimiz insan, belki kırmızı ışıkta yanımızda duruyordu ve geçip gitti. Şans tabii ki onunla bir araya gelmek... Önemli olan; aşkı bulmak bulmamak, prensi beklemek, beklememek değil, kendini gerçekleştirmek, kendi yolunda yürümeyi öğrenmek...

Yazdıklarınızda, ‘Kurtlarla Koşan Kadınlar’ kitabında olduğu gibi feminist bir anlayış var...

-Elbette. Ben kadınların ruhunun evrilmesi gerektiğini söylüyorum. Artık sorumluluğu karşı tarafta aramasak çok iyi olur, her iki cins için de...

Beyaz atlı prensi öldür

UZMANLIĞI SANAT TERAPİSİ

Pınar Toker, Hacettepe Üniversitesi Psikolojik Danışma ve Rehberlik mezunu. 2004’de UCLA’de sanat terapisiyle tanışıyor. Uzmanlığını bu alanda gerçekleştirmek üzere ertesi yıl Toronto Üniversitesi’ne gidiyor, sonra da İngiltere’de bu alanda çeşitli eğitimler alıyor. Bir lisede rehberlik öğretmeni. Aynı zamanda sanat terapisi grup çalışmalarına ve bireysel psikoterapi seanslarına devam ediyor.

DOKUZ SENEDİR BİRBİRİNİ DİNLEMEYEN ÇİFTLER

Binbir türlü ilişki var. Mesela simbiyotik ilişkiler var. Karşılıklı bağımlılık. Doğada da görüyoruz, o da mutlu o da mutlu. Burada artık bir sorun yok. Bağımlı bir ilişki ama iki taraf da mutlu. Bana gelenler genelde durumlarından pek memnun olmayan çiftler. Çünkü onlar uzun zamandır birbirlerini dinlememişler. İkisi de birbiriyle rekabet halinde. Şu anda ilişkilerde rekabet büyük problem. “O bana bunu yaptı, ben de ona bunu yapacağım!” Hep bir kısasa kısas. Seanslarda da görüyorum. Kendilerini birbirlerini kapatmış, 9 senedir birbirlerini dinlemeyen insanlar var ve bunlar evlilik sürdürüyorlar. Adam işe gidiyor, kadın çocukları okula götürüp, getiriyor. Yıllar önce bir şeyler olmuş, birbirlerine kırılmışlar ama üzerinde hiç konuşmamışlar, benimle konuşurken ortaya çıkıyor...

İYİ BİR BİRLİKTELİK NASIL OLUR?

Benim için iki tarafın da birlikte geliştiği, büyüdüğü bir ilişkidir. Kafalarının açıldığı, güzel bir arkadaşlığın oluştuğu, her konuda konuşabildikleri, birlikte gülebildikleri, çocuklaşabildikleri, yaramazlık yapabildikleri, hatta skandal çıkarabildikleri bir ilişki.

ROMEO VE JÜLYET EVLENSEYDİ 5 YILDA BİRBİRİNİ YERDİ

Masallar, “Ve sonsuza kadar mutlu yaşadılar” diye biter. Öyle bir kalıbı vardır. Ama aslında doğru değil. Gerçek hayatta her şey, o noktadan sonra başlar. Romeo ve Jülyet evlenseydi ne olacaktı mesela? 5 yıl birbirlerini yemeleri de büyük bir ihtimaldi...

BİR SÜRÜ KARAKTER VAR İÇİMİZDE

Biz, tek bir karaktermişiz gibi gözüksek de aslında çok yönlü bir yapıya sahibiz. Bizim bilinçaltımızda çeşitli karakterler var, tıpkı film senaryoları gibi. Nasıl filmlerde kötü karakterler, çocuksu karakterler, her şeyi eline yüzüne bulaştıran karakterler, anne- babalar, yaşlı bilgeler var. Bizde de öyle. Onların hepsi bizim içimizde...

BİLİNÇALTINA İNMEK ZORUNDAYIZ

Geçmişteki olaylar için, “Öyle olması gerekiyordu öyle oldu” diyebiliyorsak güzel. Gelişim devam ediyor. Ama diyemiyorsak hâlâ bir şeylere takılı kalıyorsak, o zaman buyurun bilinçaltına. Gitmek gerekiyor; orada bir şey var. Bir şey ihmal olmuş. İçimizdeki karakterlerden bir tanesi, artık orada küçük bir kız mı var, sazlıklar arasından mı bağırıyor, sevgisizlik mi yaşamış, ona bakacağız. “Neyin var?” diyeceğiz. Vedalaşmamız gereken bir şey varsa, eski bir ilişki olabilir, eski bir travma olabilir, onunla uğraşacağız yani bilinçaltına inmek zorundayız. Orası bizden farklı bir yer değil, orası da biziz. Örümcek ağlarının sardığı odalar varsa içimizde, ilerleyebilmemiz, bir şeyler üretebilmemiz mümkün değil...


Yazarın Tüm Yazıları