Açar mısın klimayı

Hava sıcak, dedim ki Ayşe klimayı aç, seril, yat.

Haberin Devamı

Sabah yataktan kalkamadım, sadece kork kırk diye sesler geliyordu vücudumdan.
Onu da geçin ağrı…
Fena tutulmuşum, resmen buz kalıbı gibi. Çözmeye çalıştılar evdekiler beni.
Ben ağlıyorum, kafam oynamıyor sağa, voltaren, o, bu yok, olmuyor ya!
Yatakta çaresiz yatıyorum; çözülüp eriyene kadar.
Bu nedenle yazı yazamadım, eski bir yazımı sizinle paylaşacağım.
Bir Nişantaşı masalı…
Kusura bakmayın.

Bir Nişantaşı masalı


Ben o sizin bildiğiniz kadınlardan değilim. Yanlış anlamayın, yani şu Nişantaşı kadınlarından değilim.


Hani her sabah şıkıdım şıkıdım davete gider gibi giyinip, tüm gün vitrin bakınan ve illa öğlende bir kafede kadın kadına salata ve soda muhabbeti yapanlardan...

Geçen gün zorunlu olarak yolum Nişantaşı'na düştü. Nedeni, pil kontrolü zamanım gelmişti. Aslında sinir oluyorum bu duruma, hem giderken panik yapıyorum "ya bir şeyim varsa" diye, hem de çipli bir kadın olduğum, kalp atışlarımın bir makine tarafından idare edildiği her seferinde suratıma vuruluyor diye. Allah'tan pamuk kalpli doktorum Kamil Bey huyumu suyumu bildiğinden sağolsun bu durumu benim için elinden geldiğince çekilir hale getirmekte. Neyse gittim kontrole, maşallah bir şeyciğim de yokmuş. Doktorumla vedalaştım, neşeyle kendimi Nişantaşı sokaklarına attım. Hadi dedim sen de NİŞANTAŞI KADINI ol bakalım bir günlüğüne...

Haberin Devamı


Açar mısın klimayı



Nişantaşı olmuş Londra, New York... Şöyle bir vitrinlere bakınayım dedim, Türkçe isimli mağaza adı neredeyse kalmamış. Tüm gavur (ecnebi) modacılar her yeri istila etmiş. Araba parasına gömlek, etek satan vitrinlere biraz bakındıktan sonra tikky bir kafede biraz oturayım dedim.

Oturup kendime bir mojito söyledim. İçkimi beklerken şöyle bir etrafı süzeyim dedim de aman Allah'ım sanki herkes düğünden çıkmış gelmişçesine çok şıklar. Ayrıca kadınların hepsi taş, adamlar da valla ne yalan söyleyeyim jilet gibilerdi. Allah'tan üstüm başım fena değildi de aralarında pek sırıtmadım. Suratıma bakıp fıs fıs konuşan kadınlar da oldu. Artık bilmiyorum tanıdıklarından mı yoksa dayanılmaz cazibemi kıskandıklarından mı beni çekiştirdiler, bilemeyeceğim o kadarını...

Mojitomdan bir hüp çekmiştim ki, gözüm önümdeki masada oturan iki adama takıldı, daha doğrusu bir tanesine. Allah özenmiş de yaratmış sayın dostlar. Düşünsenize Brad Pitt'in gözleri, Richard Gere'in dudakları, Clooney'nin saçları, Ashton Kutcher'ın burnu, ay en fenası da Lost'un Sawyer'ının vücudu, hepsi bu adamda toplanmış. Bir süre gizli gözlerle adamı süzdüm durdum. Bir yandan da kendi kendime diyordum ki; "Kızım salak mısın, etraf çıtır kaynıyor, en sakat yaştasın, 39 olmuşsun, ne çıtırsın ne de kart. Görmüyor musun bu tip adamlar hep çıtırlarla... Sen sadece seyret Ayşe... Farz et ki, deniz kıyısında oturmuşsun, içkini yudumlayarak denizi seyrediyorsun. Hah işte, sana manzara olsun bir nevi..."

O sırada bir anda bana bir üşüme geldi. Bir baktım tepemde yanan soba sönmüş. Tam garsona bunu söyleyip bir de şal isteyecektim ki, bir an omuzlarıma bir şal konuverdi. Kafamı şöyle bir havaya kaldırınca bir de ne göreyim? Evet, aynen düşündüğünüz gibi bu adamın şefkat dolu gözlerini...

“Deminden beri size bakıyordum, pek hafif giyinmişsiniz. Ayakkabılarınızın da burnu açık ama haklısınız tabi ki... Şu havalar bir sıcak, bir soğuk yanıltıyor insanı...”

"Igıhıh..." gibi bir ses çıkardım önce, şoktayım haliyle. "Evet" dedim, "Haklısınız, insan bilemiyor ne giyeceğini. Hâlbuki sabah evden çıkarken pek de güzeldi hava. Şal için çok teşekkür ederim, çok naziksiniz."

Tam o sırada yanımdaki masa boşaldı. Yanımdaki muhteşem adam arkadaşına seslendi, "Gel buraya geçelim, biz de üşümeyelim."

Yüzüme yeryüzünün en salak gülüşünü yerleştirip gülümseyiverdim ve yan masama kurulurlarken, mojitomu fondipledim. Şoktaydım haliyle...

Ve sohbet başladı. Bu arada mekândaki tüm hatunlar bana pis pis bakıyorlardı. Haklıydılar, ses etmedim.

Adı Franco'ymuş... Babası Türk, annesi İtalyan'mış ve estetik cerrahıymış (düşünsenize, demek ömrümün son yıllarına dek hep genç kalacağım). 46 yaşındaymış ve bekârmış. Yılın yarısını İtalya'da, yarısını Türkiye'de geçirirmiş. Özellikle yazları hep buradaymış. Teknesiyle tüm güneyi gezermiş (burada topluca "oha" diyoruz). Ha bir de kızı varmış boşandığı eşinden ve benim kızımla aynı yaştaymış (burada da "yok artık" diyoruz).

Sonra ben bir ara kendimden bahsettim. Yaşımı duyunca inanamadı. "Suratında estetik de yok, olsa anlardım" dedi. "Sanırım sen doğuştan estetikli yaratılmışsın. Söylemeden edemeyeceğim, gözlerine hayran kaldım."

Tam yere düşüyordum ki ne iş yaptığımı sordu ve “İnanmıyorum, şaka mı? Ben de nereden tanıyorum diye düşünüyordum. Senin yazılarının hastasıyım ben” demez mi? Bir an kendi kendime dedim ki, "Herhalde pil kontrolü sırasında öldün ve Cennet'e düştün Ayşe."

Tam diyecektim ki, “Ya seni nasıl kapmadılar? Hem yılın yarısını Türkiye'de de geçiriyorsun. Nasıl keşfetmediler seni?" Sonra, "Saçmalama Ayşe" dedim.

Birden garson elinde koca bir buz kovası içinde bir şampanyayı getirip masama koydu; "Buyrun, Franco Bey’den size" diyerek...

Teşekkür ederim diyip telefonumun çalması için dua etmeye başladım. Artık resmen tıkanmaya başlamıştım. Yoksa bu bir kamera şakası mıydı? Birazdan günün en salak hatunu mu seçilecektim? (burada isteyenler "hadi len" diyebilir)

İki bardak şampanyayı devirdikten sonra bir an kendime kızdım, “Yuh sana... Kazık kadar kızın var senin, burada resmen flört ediyorsun. Hele annen duysa, resmen topa koyar seni!” Sonra üçüncü kadehimi yudumlarken bu düşüncemden vazgeçtim. "Ama Ayşe aşk böyle bir şey işte. Hem onlar da senin mutlu olmanı istemezler mi hep" diye.

Bu sırada yan masada Franco İtalyanca bir şarkı söylemeye başladı, "Bellisimo, te amo..." Artık bir serenadım bile vardı, Allah'tan da kalbimde pil... Yoksa normal bir kadın kalbi tüm bunları yaşarken bir hayli zorlanırdı. Bir an saate baktım, on olmuş. Daha eve gidip yazı yazmam gerek ama nasıl ayrılacağım Franco'dan, bu moddan? Nasıl gerçek hayat moduna geçebilirim diye savaş verdim kendimle.

Ama yapacak bir şey yok. Durumu kendisine anlattım, izin istedim. "Peki, güzel gözlüm" dedi. "Seni yarın arayacağım. Yarın akşam işin yoksa seni tekneme davet etmek istiyorum. Sana ellerimle fettucini alfredo yapacağım."

Aşk ve şampanya sarhoşu ben "tamam" dedim. Elimi öptü ve ciao ciao yaptık.

Arabamı beklerken mutluluktan uçuyordum. Eee işte bazen sen farkında bile olmadan aşk gelip seni buluyordu. Zaten çoktan hak etmemiş miydim?

Birden bir adamın “Hanımefendi pardon, bir şey söylemeliyim size” demesiyle irkildim. Bir baktım ki bizim şampanyacı garson.

“Efendim? Buyurun...”

“Ne olur hanımefendi yanlış anlamayın, yalnız kalmanızı bekledim söylemek için. Deminden beri yanınızda oturan, size adım Franco diyen adam bizim meşhur jigolo Mahmut. Kerata zararsızdır ama orta yaş hanım düşkünüdür. Bir iki ay takılır hanımlarla, "Ya sevgilim bugün cüzdanım evde kalmış" der, üç beş yemek ısmarlatır, doğum günüm, şu günüm diye hediyeler aldırır. Aman ha yani, sakın inanmayınız.”

O andan sonraki hislerimi sizinle paylaşmayacağım, siz anladınız. Neyse eve gitmem lazım. Ama buna da şükür! Bir hıyar sayesinde bugünkü yazı konum oldu.

Yazarın Tüm Yazıları